BÜYÜKADA'NIN SOL YANI

BÜYÜKADA'NIN SOL YANI

Gezi tarihi Mart 2014


Bir varmış, bir yokmuuuş. Dünyamız milyonlarca yıl önce Pangea adında tek bir kıtaymış. Etrafı da Panthalassa adı verilen bir okyanusla çevriliymiş. Sonra Pangea ikiye ayrılmış, Lavrasya’yla Gondwana olmuşlar. Aralarında da Tetis adında bir okyanus oluşmuuuş. Kırılmalar bölünmeler, okyanusun altına girmeler üstüne çıkmalar devam edip durmuş. Milyonlarca yıl daha geçmiş, daha küçük kıtalar, daha küçük denizler derken, buzullar da erimeye başlamış. Asya’yla Avrupa’nın aralarında bir yerlerde Marmara Denizi oluşmuş. Sonra o da taşmış, boğazı oluşturup bir şelale gibi akarak Karadenizi doğurmuuuş.

İşte bu arada İstanbul’un Prens adaları da suların yükselmesiyle ada konumunu almışlaaar. Hatta bir kardeşleri Vordonos, suların altında kalmış, şimdi Bostancı’yla Kınalıada arasında üzerinde küçük bir fenerle, ben buradayım der dururmuuuş.
Bu masal da burda bitmemiiiş.

Gökyüzünün masmavi, güneşin pırıl pırıl olduğu bir mart günü Tütü, bir arkadaşıyla beraber, ada kardeşlerin en büyüğü Büyükada’ya gitmek üzere 12.20’de Kadıköy’den vapura binmiş. Yolculukları, diğer ada kardeşlerde yolcuları indire bindire bir saat sürmüş. Niyetleri, sağ yanını daha önce gezdikleri için, Büyükada’nın sol yanını gezmekmiş.

         

Lokantaları geçtikten sonra, bir aradan Aya Dimitri Kilisesinin yanına çıkıp Zağanos Paşa Caddesi’nin mütevazi evlerinin arasından, adanın doğusunu komple dolaşan Yılmaztürk Caddesine çıkmışlar. Solda yol seviyesinin altında küçük bir şapel, sonra Sabuncakis Köşkü’nü görmüşler. Alınlığındaki göz nedeniyle de dikkatleri çeken bu güzel köşk, çatısındaki soğan kubbesiyle de göz alıcıymış.

Trafik uğultusu ve beton yığınlarından uzakta, kuş cıvıltıları ve ağaçların gölgesinde yol alırken ve de dört bir yanları denizken, suya bir ulaşsak demişler. Ama evlerin arasından bir yol bulup, denizin kıyısına bir türlü inememişler. Tabii hemen, kıyıların sahiplenilmesinin sohbetine başlamışlar. Hatta Kenan Evren’in Boğaz’daki yalıların duvarlarının, accık da olsa yüksekliklerinin azaltılması emrine kadar gitmiş sohbet.

Sonra bir umut Naki Bey Plajı’nın yoluna sapmışla. Ama tabii orda da kapı duvarmış. Tekrar Yılmaztürk Caddesine çıkıp yollarına devam etmişler. Sağ tarafta Yetimhane’ye kadar çıkan çamlıkta, bir ağacın altına oturmuşlar. Ehh, yaşadıkları şehirde toprak bulup oturmakta bir şansmış. Bir yandan denize bakarken, bir yandan da caddeden geçen fayton ve bisikletlilere bakıyorlarmış. Siyah çarşafıyla bisiklete binen bir kız, 'özgürlüğün çarşafa dolanmış hali' olarak fotoğrafının çekilmesini haketmiş. Arkadaşının, kene zamanı uyarısı bile, Tütü’nün kendini toprağa bırakmasına engel olamamış. Çam dallarının arasından gökyüzü masmavi görünüyormuş. Derin derin nefes almış.

   

Sonra yine yola devam etmişler. Reşat Nuri Güntekin’in yaşadığı evin önünden geçmişler. Manzaraya bakan Tütü, ‘burda da ne hikayeler yazılır ama’ demiş. Kendini o zamanlarda, o evde yaşarken, sabah güneşin doğduğu saatlerde, yürüyüşe çıkarken düşünmüş. Tam da o bölgede, belki biraz daha ilerisinde Bizans döneminde bir ‘’Kadınlar Manastırı’’varmış.

Oğlunun gözlerine mil çektiren imparatoriçe Eirene, yedi yaşındaki torunu Euphrosine’yi bu manastırın bir hücresine kapattırmış. Sonra kendi de aynı kaderi yaşamış ya, o da başka bir hikayeymiş. Euphrosine’nin hikayesi çok acıklıymış. Ömrünün çeyrek yüzyılını Kadınlar Manastırında geçiren bu imparator kızı, gün gelmiş, eşi ölen imparator 2. Mikhail’le evlenmiş. Ama çok kısa bir süre sonra kocası da ölmüş. Yine Kadınlar Manastırı yolu gözüken Euphrosine, ömrünün geri kalanını orada tamamlamış. Hikayesi ise bir kayaya ad vererek bugüne dek gelmiş. Bilen bilir, o kıyıda bir kayanın adı hala Rahibe Kayası’ymış. Ve sonra imparatoriçe Zoe, sonra Comnenos hanedanının anası Anna Dalassena bu manastırın duvarlarının arasında çile dodurmuş. Ama o duvarlar çoktaaan yok olmuş. En son geçen yüzyılın ortalarında harabe hali yazılmış, çizilmiş.


Tütü’yle arkadaşı yürüyüşe yokuş aşağı devam etmiş, sağdaki büyük düzlükteki faytoncuların atlarının bakım yerlerini geçip, Adalar Müzesi’ne gelmişler. Adaların oluşumundan bugününe hikayesini içeren videolar, eşyalar, fotoğraflar, objelerle dolu müzeyi gezmişler. Milyonlarca yıl önce ada civarında yaşayan, on metrelik zırhlı balığın, bulunan fosillerin ışığında yapılan, kafa replikasını görmüşler.

            

Yol devam etmiş ve sağ yanlarında beyaz ahşap bir yapı olan yüzlerce yıllık Aya Nikola Manastırı’na gelmişler. Sedef Adası’nın tam karşısına düşen bu bölge, Bizans döneminde Karya köyüymüş. Ve manastır da tam denizin kıyısındaymış. Bazı tarihçiler, denizin durgun zamanında eski Karya Limanı’nın ve kimi harabelerin kıyıya yakın derinliklerde görülebildiğini söyleseler de, ne fayda, koyun doldurulmasıyla onlar da yok olmuuuş.

Rum Mezarlığının da olduğu küçük tur yolu sapağına gelmişler.Tütü ‘soldan gidelim, o tarafa hiç yürümedim’ demiş. Sağda mezarlık, solda çamlar ve sonra deniz, sessizliğin sesini dinlemişler. Bir tabela onları adeta içeriye davet etmiş. Yazın herhalde çok kalabalıktır ama, baharda Kartal Belediyesi Sosyal Tesisleri denize karşı bir şeyler atıştırıp, bir fincan çay için harika bir yermiş. Tütü istediğini yapmış, paçaları sıvayıp, deniz sezonunu mart ayında açmış. Yemişler, içmişler, tesisi gezmişler, kişi başı 75.-TL’ye konaklama olduğunu öğrenmişler. Sonra da 18.15 vapurunu son saniyede yakalayıp Kadıköy’e dönmüşleeeer. Bu masal da burada bitmiiiş.


     

Yorumlar