Birkaç ay sonra bir yıl olacak, ben hala anlatamadım Cunda'yı ve dökemedim satırlara.Cunda, Osmanlıların demesiyle Yunda, Rumların kokulu adası Moshinos, en son adıyla Alibey Adası. Eski evler, balıkçılar, kiliseler, tırmanışlar, değirmenler, sakinlikler, dalgalar, imbatlar, taş sokaklar, sokaklarında unutulmuş fısıltılar daha neler neler.
Eksiklerimden biriydi Cunda. Bir akşamüstü uğrayıp dönmüştük Kaz Dağlarındaki otelimize, on yıl kadar önce. Arkadaşımızın şöminesi yanarken sıcak şaraplarımızı içmiş, balıklarımızı yemiş, o araya bir de Taksiyarhis Kilisesi'nin fotoğrafını çekmeyi sıkıştırabilmiştim ancak. Şimdi zamanım boldu, bütün taş sokaklarını arşınlayabilir, sarmısak taşı evlerinin her birinin tüm detaylarının fotoğraflarını çekebilir, hatta denize bile girebilirdim.
Gece otobüsüyle Ayvalık'a gelip, dolmuşla Cunda'ya geçtiğimde, daha sahilde kedilerden ve bir iki temizlik yapan garsondan başka kimseler yoktu. Despot Sarayı virane haliyle bile öyle güzeldi ki. Taş Kahve'nin önünden geçtim, içerdeki aynasına bir göz attim. Sahilde güneş kayıklara vuruyordu. Taş Kahvenin arka sokaklarına doğru yürüdüm. Bahçe içinde, iki katlı bir Cunda evine gidiyordum. Yeniden yapılmış olsa da her şeyine özen gösterilmiş, kapısının tokmağından, üstündeki vitrayına kadar eskiye sadık kalınmaya çalışılmış, Cunda kokulu bir eve.
Bahçede verandada kahvaltının ardından, arkadaşımın, eşiyle yine küllerinden yaratıp, Cunda'ya kazandırdıkları küçük otellerine gidiyoruz. Sadece temel taşları kalmış olan bir zamanların şarap imalathanesini, ayağa kaldırıp yedi odalı bir güzellik ortaya çıkarmışlar. Minicik pamuk gibi bir kedicik bile öyle beğenmiş ki Sobe'yi, kıvrılıvermiş sedirlerden birine, gitmemecesine. Cunda rüzgarının uçuşturduğu Kapalıçarşı'dan buralara gelmiş tülbent tüllere, patilerini takıp durmuş, oyun oynamak için.
Sokak öyle sessiz ki, otelin sokağa açılan küçük bahçesinde kahvaltılarını yapan bir iki çiftin konuşmaları geliyor kulağıma. Yüzlerinde, güzel bir yerde olmanın tebessümü. Birazdan onlar da Pateriça yolcusu, bizim gibi. Bir de küçük plajı var Sobe'nin, arabayla yirmi dakika mesafedeki ikinci Pateriça Koyu'nda. Elektriği olmayan küçük bir koy burası. Üç beş ev var, Cunda'nın yerlilerine ait. Buralarda Rumlar yaşarken, eskiden çoook eskiden, Cunda'ya Ayvalık'a gitmek zorken, zeytin zamanı buradaki küçük taş evlerinde kalırlarmış.
Plajın karşısında küçük bir ada var, üzerinde yıkılmaya yüz tutmuş bir manastır. Su çok derin değil Pateriça'da. Bazen yunuslar geliyormuş, ama bana rastlamadı. Ben, suyun dibinde, kuma saplanmış, dimdik duran ''pina'' lara takıldım. Büyüklü küçüklü pinalar. Çıkarılması yasak olsa da, uyarıya rağmen insanlar dinlemiyor bazen. İtalya'da, üzerlerindeki liflerden eldiven ve kumaş ördüklerini okudum sonra bir yerlerden.
Doğanın koynunda, sadece denizin şırıltısı, tek bir ağustos böceğinin şarkısı, imbatın okşaması eşliğinde geçti Pateriça'da gün. Aya Dimitrios Te Selena Manastırını gören koya yürüdüm. Yani Ayışığı Manastırı'na. Restorasyonu çoktan bitmiş olmasına rağmen ''Restorasyon devam ediyor'' tabelasına, ''palavra'' yazdım. Pınar Kür'le tanıştım poyrazlı günlerde. ''Benim evden kuzu kuzu gözüküyordu deniz'' derken, Pateriça'da deniz süt limandı. O kuzu kuzu beyaz dalgalar, bize Midilli yolculuğumuzu da erteletmişti. Bir buçuk saat sürüyor Midilli Adası Ayvalık'a. Mübadele'de Midilli'den Ayvalık'a, Girit'ten de Cunda'ya yerleşim olmuş.
Cunda'nın mutfağı onun içindir ki Girit mutfağı gibi ot ağırlıklıdır. Sahil boyu balık lokantaları, restoranlar her bütçeye hitap eden bir sürü yer. Papalinanın sardalyanın yavrusu olduğunu öğrenenler, papalina yemekten vazgeçiyor artık Cunda'da. Mezeler, mezeler dizi dizi sıralanır. Zeytinyağı hiç bir şeyden eksik değil burada. Ve tabii zeytinyağcılar ve peynirciler yerlerini almıştır çarşıda. Kabak çiçeği dolmasının çiçeğinin sabah toplanması gerektiğini öğrendim. Şirin Sobe'nin mini kitaplığındaki Ahmet Yorulmaz'ın kitaplarından satır satır tanırken Ayvalık ve Cundayı, Naturel, sızma ve Riviera yağın farkını da öğrendim.
Cunda'da sokaklara doyamadım. Cilalanmış gibi parlayan kaba taş sokakların en darına, en çıkmazına, en dikine kadar tırmandım. Değirmenlerin hem eskisine, hem de restore edilmişine çıktım. Eski değirmene çıkarken Kültür Evi işlevi gören Rum okulunun büyüklüğü ve taş yapının estetiğine, Necdet Kent Kitaplığı olan Koç'ların restore ettirdiği diğer değirmenin ise, manzarasına hayran oldum. Hemen yanında, sadece üç duvarı kalmış olan Aya Triada Kilisesi için üzüldüm.
Kokulu ada Cunda, seni sevdim.
Yorumlar
Yorum Gönder