Selam Olsun O Günlere : RİZE


YAYLALAR


     


Babaanneme akrabalarımız Tolo hala derlerdi. Çocukken bunu o kadar benimsemiştik ki,  niye asıl adı olan Havva'yı değil de  Tolo'yu kullandıklarını sormak aklımıza bile gelmezdi. Soru sorma yaşlarına gelince  babaannemin Toloniç köyünden Mayrava'ya gelin geldiğini öğrendik.  Rize Çayeli'nin  bu iki köyünün isimleri şimdi Yeşiltepe  ve Şairler.

Çayeli'nde  hala oturan akrabalarımız olduğu için gidip o köylerde kalma şansım hala var. Eğer, doğu Karadeniz'de bir köye gidip, orada kalıp, en az birkaç gün yaşamın içine dalmazsanız, göreceğiniz yemyeşil dağlar silsilesinden başka birşey değildir. O muhteşem yeşillerin bile dengesini bozmak için  hidro elektrik santrallar dayatarak, yoketmenin yolunu açan zihniyetler olduğundan şimdilik bu kadarı bile büyük şans. Oysa ki bir ülke tarih ve doğasına ne kadar sahip çıkarsa o kadar saygınlık ve sonra da turizm geliri sağlar.
Doğu Karadeniz'de hala konaklama, yeme, içme gibi turizmin olmazsa olmazları çok derme çatma ve amatörce yapılıyor. Bu da bölgenin ne yeterince tanıtılabilmesine ne de hakettiği geliri ve ilgiyi,   değil Türkiye, dünya literatüründe sağlamasına yetiyor.

 
 

Babaannemin babasının Toloniç'teki evi yıllar önce yanmış, ama hemen yanına yapılmış olan babamın dayısının evi duruyor. Köyün bütün evleri gibi ahşap olan evin  tahtaları koyu kahverengiyle siyah arasında gidip gelen bir renk almış. Tahtaların bazı yerlerinin rengi  güneşten  ağarmış. Çatılar köye  çok kar yağdığından, hafif olması için metal levhalardan yapılıp, üzerlerine  de taşlar konmuş. Evin önünde bir muz ağacı var, evet  Karadenizde bir muz  ağacı. Meyve vermese de yapraklarının güzelliği yetiyor.

Dağların arasında dik bir yamaçtaki Toloniç'te, ne kadar öteye bakarsanız  bakın sadece yemyeşil ağaçları görüyorsunuz. Buralarda çaylıklar (Kardenizliler çay bahçesi demez) kıyıya daha yakın olan köylerdeki  kadar çok değil. Evlerin  yan taraflarında mısırların  ekinlerin  saklanıp kurutuldukları naylalar  var.Burada yürüyüşlere çıkıyorum, joğ (böğürtlen) yiyorum, ırmağın kenarında oturuyorum, köyün yaşlılarıyla konuşup öğrenebildiğim kadar sözlü  tarih bilgisi edinmeye çalışıyorum.

  

 Toloniç'te iki gün  kaldıktan sonra,  Rize'de bulunuşumun  asıl  sebebi  olan yayla yollarına düşüyorum. Aslında, yayla  yollarına  asıl  düşüşüm üniversite yıllarımda olmuştu. Asfalt yollar daha yapılmamış, turistik yayla şenlikleri (Vartovor) başlamamış, naylon poşetler dağı taşı kirletmemişken. O zaman kardeşim ve kuzenlerimle yedi kişilik bir gurup halinde sabah altıda halamın gelin gittği Senoz (Kaptanpaşa) köyünden  yola çıkmış, kısa yemek ve dinlenme molaları vererek , akşam altıya kadar süren hayatımda bulunduğum  en bakir doğada  oniki saatlik  tam bir  yayla yürüyüşü  yapmıştım.


Güneşin geçmesine izin vermeyen  ormanlar bittiğinde, ağaçsız  çimenlik her  düzlüğün ardından, tırmanılacak yeni bir tepe beliriyordu önümüzde. Temmuz ayının ortalarıydı belki de, ama hava serindi. Güneş görmeyen yamaçlarda hala karlar vardı. Kah karlara,  kah eriyen karların oluşturduğu sulara basa basa  ama anlatılamaz bir coşkuyla daha önce hiç bulunmadığım el değmemiş bir doğada  yürümüştüm.  Takip edilecek ne bir yol ne bir  patika vardı, sadece  kuzenlerimin tecrübeleriyle ,dumansız ve çisesiz, masmavi bir göğün altında yürümüştük.

  

Geldiğimiz tepelerden birinin önünde uzayan  düzlükte görüntü değişmiş, arazi bir yanardağdan fıışkırmış da bütün her yere yayılmış gibi taşlarla dolmuştu. Karos Başı demişti  kuzenim. Çocukluğunda oralarda çok bulunmuş, belki de dağlara olan tutkumu  aldığım  babamdan duyduğum, bir ezgi gelmişti  aklıma  o zaman.............

Karos'tan sonra tırmanışlar bitip, enlemesine ve  aşağı doğru inmeye başlamıştık. Kayalıkların arasından geçerken  bastığımız yerlerden kırılıp yuvarlanan taşlar oluyordu. Ve  oniki saatin  sonunda  dağlar aşarak geldiğimiz  son vadinin karşı  tarafında Yedi Çukur yaylası görünmüştü.

Adını Senoz'dan itibaren aşılan yedinci vadide oluşundan alırmış Yediçukur.  Küçük küçük ve alçak teneke çatılı  kırk adet yayla evi. Tahta bir köprüyle küçük dereyi geçince, yine küçük bir meydan ve meydanda küçük bir cami. Altı  ahır olan tek odalı evler, yani gerçek derme çatma yayla evleri. Bizim kaldığımız halamların yayla evi  gibi, hem mutfak hem yatacak yer  olarak kullanılan  ikinci bir odası olanlar lüks evlerdi.

 
 
İşte aynı yaylaya bu kez  bir arkadaşım ve iki kuzenimle Çayeli'nden arabayla gidiyorduk.Artık yaylalara, yayla mevsiminde haftanın belli günleri günü birlik minibüsler  bile gidiyor. Karos Başı'nda yine duruyoruz.  Ağneçor Yaylasında  iki küçük buzul gölü var. Yanımızda getirdiklerimizle piknik yapıyoruz. Yaylada pek kimse yok gibi görünüyor.


Yediçukur Yaylası üniversite yıllarımda bıraktığım gibi duruyor. Burada zaman sanki durmuş . Aynı dere, aynı köprü, aynı çatısı teneke evler, ahırlarına dönen  sığırlar. Boyunlarındaki çanların her biri ayrı  tonda, ayrı bir müzik yapıyor. Sığırlar döndüğüne göre akşam oluyor, birazdan hava kararmaya başlarken hava da soğumaya başlayacak. Temmuz olsun, ağustos olsun farketmez, soba yakılacak.

 Televizyon diye bir dert yok, çünkü elektrik yok. Buzdolabına hiç gerek yok. Akşamları koyu sohbetler var. Odanın lüks lambasının aydınlattığı tahta duvarlarına isimler  kazınmış. Herkes bir izim kalsın istemiş bu dağ başlarında. Burada kışın evler tamamen karın  altında kalırmış. Kaldığımız yüzelli yıllık ev   iki kez çığdan yıkılmış, aynı tahtalarla yeniden yapılmış.

  

  


Tağpur Yaylasına çıkıyoruz bir gün. Yediçukur'dan arabayla yarım saat sürüyor. Bu yayalada evlerin büyük çoğunluğu sadece taştan yapılmış. Ne yazık ki, Almanya'da çalışan bir aklı evvel,betonarma bir ev yaparak parasıyla bilinçsizliğini  göstererek başkalarına kötü bir örnek olmuş. 

Gittiğimiz Kevser morkurun (Senoz'da  teyzeye morkur, halaya horkur diyorlar) evi, boyumuzdan belki iki karış daha fazla yüksek. Bir tarafta  boydan boya bir  kerevet, karşı tarafta ise   ateşlik bölümü olan, üçe dört ebatlarında taş bir ev. Ateşin  üzerinde zincire asılı  güğümdeki suya  çay koyup bize ikram ediyor. İnsanlar sıcacık, sanki kırk yıldır tanıyormuş gibi yakın davranıyor.

       
Tağpur Yaylası dönüşünü yürüyerek yapıyoruz. Düztaşı geçiyoruz, iki yayla arasında yarı yol işareti olan Sivritaş'a geliyoruz. Topraktan bir sap halinde çıkan beyaz zambaklarla dolu her yer. Değil ama, ben onlara kardelen diyorum. Yol boyunca rastladığımız likapaları yiyoruz. Likapa, çilek gibi alçak bir bitki. Leblebi büyüklüğünde, kırmızı, yuvarlak meyveleri olan  bir çeşit böğürtlen. Doğa mis gibi kokuyor.


Komşu yaylalara gidiyoruz sonraki günlerde. Kevut, Miçvanak ve Faso yaylalarına giderken yolda bol bol joğ yiyoruz. Faso sırtta , düzlüğe kurulmuş  bir yayla. Babamın çocukluğunda kaldığı yayla olduğunu söylüyorlar. Baba tarafımın yayla evlerinin olduğu yeri gösteriyorlar, yıkılmış sadece temelleri kalmış. Ne tarafa bakarsan yemyeşil çimen. Yemeğe davet ediliyoruz. Baş yemek elbette ki muhlama. Doğu Karadeniz'in  hemen her yöresinde az çok farklı da olsa yapılan muhlama, yaylada tereyağı yerine kaymak eritilerek yapılıyor. Tadına doyulamayacak lezzetteki muhlamaya tabi ev yapımı ekmek, bal ve yoğurt eşlik ediyor. Suları söylemeye ne gerek buz gibi pınarlarından  geliyor sofraya.

 

         


Yaylaların dumanı eksik olmaz. Bazen geldi mi de kolay kolay gitmez. Evden  çıktığında ıslaklığı üşütür, temmuz ağustos dinlemez. O zaman sobanın başından kalkamazsın. Havanın açık olduğu zamanlarda ise gece yıldızlar elini uzatsan tutacakmışsın gibi yakın olur. Gece yıldızları, gündüz bulutları kendi hizanda hissedersin. Öyle heyecan verir insana.  Yaylalarda duyulan sadece böceklerin sesidir    .


Güneşli bir günde  birbuçuk saat yürüyerek, daha yukarıdaki Eğzar yaylasına gidiyoruz. Yaylanın kadınları, ki  çoğunlukla kadınlar oluyor yaylalarda  ellerinde yünleri  ya onları eğiriyor,ya örüyorlardır. Sohbeti severler. Sorarlar "ka nerdensen?  Beğendun mi bureleri?" Çoğu Senoz Deresi köylerinden olan bu yaylacıların konuşmaları  oldukça değişiktir. Kadınlara hitap ederken "ka" erkeklere "do" diye başlarlar. Bu kız çocuğuysa  "ka bulig", erkek çocuksa "do uşak" diye başlarlar. Yumak "gecig", sığır "seğer",  eğer "bolaki",  hevesini almak "hovini almak", istek "merom" dur. Bazı kelimeler farklı da olsa Türkçe konuşulur bu köylerde, ama aksan çok değişiktir. Kulağı alışık olmayan  kolay kolay anlayamaz konuşulanı.


Dumansız, güneşli bir günde Salkoçor'un Dağına gitmek üzere yola çıkıyoruz. Çift başlı bir kütükle  yapılan iki oluklu  Beyaz Puğar'dan (Beyaz Pınar) buz gibi sular içiyoruz. Tepelere doğru yükseldikçe eriyen kar sularının açtığı yarıklardan, çığların yığdığı taşlıklardan  geçiyoruz. Kuzenim dağlara doğru sesleniyor, sesi beş altı kez yankılanıyor. bu oyuna dönüşüyor, hepimiz yankılanan seslerimizi dinliyoruz.

     

Jağut denilen yerde sadece temel taşları kalan eski bir han çıkıyor karşımıza. Mezarlığın Düzünü, taşlık Çadağın Düzünü enlemesine geçip zirveye Salkoçor'un Dağı  denen yere geliyoruz. Zirvede  bir  kişinin  ancak oturarak sığabileceği büyüklükte, hiç bir harç kullanılmadan yassı taşlardan yapılmış adeta taş çadır diyebileceğim bir sığınak bir de, yerli halkın ikili nışan dedikleri, dağcıların zirve yaptıklarında  üst üste taş koyarak oluşturduğu  gibi  iki taş yığını var. Tabi bir taş da ben koyuyorum. Karşımda  Kaçkar zirveleri, aynı hizada değilsek de ben de 3500 metrenin üzerindeyim, bu da benim zirvelerimden sayılır.

 


Salkoçor'un Dağından enlemesine geldiğimiz kayalık bir sırtın aşağılarında iki göl var. Bu göllerden birine  Karagöl diyorlar. Buradan görünen köyün adı da Marabudam Köyü. Bu rüzgarlı sırtta oturup  rüzgarın sesini dinleyip,vahşi doğayı seyrediyorum. Bunlar  bizim özleyip bulamadıklarımız. Saf, el değmemiş  doğa ve doğal  hayat.


Yediçukura göre biraz daha aşağıda kalan Kevut Yaylasına giderken ise, o yükseklikteki son ağaçlar olan çamlardan yosuna benzeyen püskül gibi bir şeylerin sarktığını görüyorum. Üzerlerine düşen çiğ damlacıklarıyla harika gözüken bu yosunlara  daha sonra şol dediklerini  öğreniyorum .

  

Yaylada kahvaltı pilekide (bir çeşit toprak tava ya da kap) kızarmış ev ekmeği,  taze kaymak, minci ( ekşimik ) koloti peynir (bir çeşit taze kaşar diyelim) ve baldan oluşuyor. Tabi bal, bir Musa amcanız varsa oluyor. Musa amca yaylanın biraz yukarısında kovanlarının yanında çadırda kalıyor. Bir akşam çadırına gocvit girdiğinden çadırda kalamamış, çekinmiş. Anlatılana göre bu gocvit denen hayvan zehirli imiş. Sığırların burnuna girip onların ölümüne de sebep oluyormuş. Gocvite daha sonra  bir gün sulak bir yerde rastladık, kertenkele büyüklüğünde kırmızı benekli, siyah bir hayvan. Sanırım semender , ama  akrep gibi kuyruğunu havaya kaldırıyor.


Tuğula horkuru, Turudi morkuru, Safinaz morkuru, gerger Muhittin'i, Portakal'ı tanıyorum bu yaylalarda. Kimisi yıllar önce Almanya'ya giden kocasını bekler, kimisi yıllar önce Ankara Gar'ından yola çıkıp bir daha haberlerini alamadığı  onbeş ve yirmi iki yaşlarındaki iki oğlunu gözler, kimisi sekseninde hala yayla yollarına düşer, kimisi de erkek bedeninde gizlenmiş kadın ruhunu kadın kıyafetleriyle, her gün traş olduğu yüzünü eşarbıyla kapatarak  kadın arkadaşlarıyla yaşar.

  

  

Asiye yengemin yayla yollarından türküsü kalıyor günlüğümün sayfalarında;
Sordum sari çiçeğe
Senin derdun var midur?
Çiçek de dedi bağa
Dertsiz adam var midur?
Bazen dumanın aşağılardan gelip Yediçukur'u içine aldığı günlerde evde soba başında, bazen derenin kenarında bir kütüğün üstünde  oturarak  Yaşama Uğraşı kitabını çok severek okuduğum Cesar Pavese'nin,  iki eski arkadaşın doğup büyüdükleri yerleri görmeye gelmelerini anlatan Plaj'ını ve Simone Signoret'in Özlemin Eski Tadı Yok'unu okuyorum.
Dumanlı başlayan  başka bir günde yükseldikçe  güneşe de ulaşırız umuduyla, kuzenimin 3600 metrelerde olduğunu söylediği Çirmanıman Yaylasına çıkıyoruz. Şimdi düşünüyorum da, daha sonra o yüksekliği  Tibet'te Lhassa'da bulunmakla geçtim.   Çirmanıman bölgenin en güzel yaylalarından. Üç saatlik bir yürüyüşün sonunda varıyoruz Çirmanıman'a,. Yolda rastladığımız çoban çocuk  "yaylacılar gitti sadece Emine horkur  var "diyor.
 

Büyük bir yayla Çirmanıman,  karşısında Murat Dağı varmış ama o gün  dumandan göremiyoruz. Dönüş yolunda  duman görüşü engellediğinden, bir ara yolumuzu  da kaybediyoruz.Botlarımız, paçalarımız çiseden ıslanmış,  kaybolma  heyecanını  da yaşadıktan  sonra, bir  patika izine  rastlayıp yola devam ediyoruz.Soba ateşinin ısıttığı ahşap odamızda, ıslanmış ayaklarımızı ısıtmak için kendimizi sobanın başına atıyoruz.

 

 Duman iki gün daha  kalkmayınca, ki bazen günlerce bile sürebilirmiş, dönüş zamanı  artık  gelmiş oluyor. Geçerken  Karos Başı'nda sabahtan kar yağmış  olduğunu görüyoruz.
Karadenizliler tekrar yaşamak istedikleri günleri anarken der ki : SELAM OLSUN O GÜNLERE

       
   NOT; Anlattığım yerler, benim çeşitli zamanlarda bir çok  kez, birer haftalık sürelerle gittiğim yerler.Fotoğraflar eski gidişlerimden, dijital olmayan fotoğraflar. Yayla, düzlük ve tepelerin isimleri bana yerlilerinin söylediği isimler. Bir yanlışlık veya  karıştırma yaptıysam affola....

Yorumlar