2013'ten
Bizans tarihi, merakımı her zaman
celbeden bir konudur. Hele Komnenos ailesinin prenseslerinden Anna Komnena,
babası I. Aleksios Komnenos’un kahramanlıklarının fonunda 1100’lerin
Konstantinopolis’ini ve Bizans saray yaşantısını anlattığı ALEKSİAD kitabıyla, benim
için ayrı bir yerdedir. 800 yıl önce, oturup tarih yazan kültürlü ve yüksek
eğıtimli bu kadın, ailesinin adı geçtiğinde anılmayı hak etmiyor mu?
KASTAMONU KALESİ, Kastamonu
kökenli Komnenos hanedanı zamanında 12. yüzyılda, Türk akınlarını durdurmak
için yapılmış. Dış surlar ise, daha sonraki beylikler döneminden kalma. Kale
şehrin yüksek bir tepesinde ve tüm şehre hakim. Karşısında daha alçak bir tepede
de Saat Kulesi var.
Kaleye iki yanında hediyelik eşya
satılan tezgahların sıralandığı bir rampayı tırmanarak çıktık. İçerde de
tırmanmaya devam edip, şehrin diğer tarafını gören bir kayadan aşağı bakarken,
yanındakilere bilgilerini aktaran bir Kastamonu’luya kulak misafiri olduk.
İnternette bolca yer bulan, Kastamonu adının rivayetlerinden birini
anlatıyordu.
Efendim, Türkler kaleyi sarmış
ama bir türlü alamıyorlarmış. Bu arada Tekfurun kızı nerden gördüyse Türk
komutanını görmüş ve ona aşık olmuş (Battal Gazi versiyonu) Dadısı aracılığıyla
ona haber ettiğnde aşkına karşılık da bulmuş. Kızın adı MONİ. Moni, kalenin
anahtarını komutana göndermiş. Türkler kaleye girmeye başlayınca, Tekfur,
kızını surlardan aşağı atmııııış. Bunu gören bizimkiler ‘’Ey Tekfur, kastın
neydi Moni’ye’’ demişler. İşte bu cümle, dönmüş dolaşmış KASTAMONU olmuuuuş.
Bu topraklarda Sumerlerin bir
kolu Gas’lar da yaşamış. Bazı Hitit yazıtlarında, bu bölgeden ‘’Gas Tumanna’’
Gas’ların ülkesi diye bahsedildiği de görülmüş. Bu, daha akla yatkın değil mi?
Kaleden çıkınca, tepenin arka
yolundan inip, kayalıkardaki kaya
mezarlarını uzaktan da olsa gördük.
Şehrin bu tarafında Emel’in görmek istediği Şaban-ı Veli Türbesi vardı. ‘’Bizim
gibi, tarikatları kaldıran Atatürkçü insanların şeyhlerle ne işi olur ‘’
dediysem de, türbenin tarihi yanını ve etrafındaki tescilli konakları görmek iiçin,
Hisarardı mahallesine indik.
Türbeyi gördük, avlusundaki Asa suyundan içtik, birer de kocamanköy ekmeği alıp şehir merkezine doğru yürümeye başladık. Ziyaret ettiğimz ilk cami, cephesinde kabartma süslemeler ve kuş evleri olan 1353
tarihli İBNİ NECCAR CAMİ oldu. Kapalı olduğu için giremediğimiz caminin kapısı,
Mahmut Bey Camisinin, çalınacak kadar güzel kapısını yapan Ankara’lı
nakkaşın oğlunun elinden çıkma ve orijinaldi.
Merkeze doğru ara sokaklardan yol
alırken, bir sonraki durağımız yine bir külliyeydi, YAKUP AĞA KÜLLİYESİ. Dedim ya,
Kastamonu’lular zengin sadece camiyle yetinmiyorlar. Kastamonu, sınırları Üsküdar’a kadar dayanan bir eyalet Osmanlı’nın bir döneminde. Zengin olmaz mı,
Kastamonu’lu?
Yakup Ağa, Kanuni Sultan
Süleyman’ın kilercibaşısı imiş. Külliyesini yaptırmak için, kalenin
eteklerinde, ama yine şehre yukardan bakan bir yer seçmiş. Setler halindeki
külliyenin, kemerli ve sütunlu girişiyle
medresesi, neredeyse camiden daha çok
dikkati çekiyor. Bir aşeviyle, sıbyan mektebi külliyenin kuzey kısmına
yerleştirilmiş.
O kadar çok yokuş indik çıktık
ki, es geçmememiz gereken ATABEY CAMİ’yi es geçtik. Çok dar bir aralığı
kaçırmazsak, kendimizi çarşıda bulacağımızı söyleyince yol sorduğumuz görevli,
kaptırıverdik kendimizi dar sokaklara. Oysa, çok da uzak değildi 1273
tarihli, Atabey Muzaffer Yavlak
Arslan’ın yaptırdığı Atabey Camisi. Üstelik de broşüründe, ‘’bir fetih camisi
olup, yerinde bulunan bir başka dini yapı camiye dönüştürülmüştür ‘’ ibaresi
varken. Giriş kapısından mihraba kadar olan 40 ahşap direk de, bir daha
Kastamonu’ya gitmenin cabası .
Çarşıya inince hanların arasında
kaldık. Kesme taştan han duvarları, bir an kendimi mısır çarşısı civarındaymışım
gibi hissettirdi. Aşirefendi Han, Urgan Han, otele çevrilmiş olan Kurşunlu Han,
Balkapanı Han Kastamonu’nun ticaret hayatının Osmanlı dönemindeki önemini
vurguluyordu.
Şehrin merkezinde ve sembolü
durumundaki NASRULLAH KÜLLİYESİ’nin
diğerlerinden farkı, bir de köprüsünün olması. Daha önce de yazdığım gibi, gece
gündüz yeşillendirilmiş bir kanal içinden akan Karaçomak deresi, şehri boydan
boya geçmekteydi. 1506’da Nasrullah Kadı
külliyesini yaptırırken dört gözlü, kesme taştan güzel de bir köprü de yaptırmıştı. Nerden bilebilirdi ki, 500 yıl sonra yol
yapacaklar diye bir gözünü çıkaracaklar köprüsünün. Caminin kapalı bir avlusu
yok, ama tam önünde üstü kapalı güzel de bir şadırvanı var. Bir içen bir daha
gelecektir, efsanesine havi.
Yemeğimizi yöresel yemekleri olan
bir yerde yemek istiyorduk. Nasrullah Caminin yanında şimdi küçük dükkanlara
dönüşmüş Münire Medresi’ndeki Münire
Restoran iyi bir seçimdi, ama zaman daralıyordu ve biz daha Arkeoloji Müzesini,
Saat Kulesini, Liva Paşa Etnoğrafya Müzesi’ni gezmemiştik.
Arkeoloji Müzesi binası Mimar
Kemalettin Bey’in imzasını taşıyor. İttihak ve Terakki Cemiyeti Binası olarak
yapılmış, daha sonra İstiklal Mahkemesi ve Türk Ocağı binası olarak da
kullanılmış. Ata’mız Şapka ve Kıyafet Devrimi ile ilgili nutkunu
buradan söylemiş. Müzenin giriş katı Atatürk’e ayrılmış. Çalışma masası,
kıyafetleri, bazı özel eşyaları ve duvarlarda büyük boy fotoğrafları var. Üst
katlarda ise Kastamonu ve çevre illerde çıkarılan buluntular sergileniyor.
Saat Kulesine tırmanmadık,
Hükümet Konağının da olduğu meydandan bakmakla yetindik. Meydanda, Kastamonu’nun kahraman kadınlarının kağnılarla
Ankara’ya cephane taşımalarını sembolize eden büyük bir heykel gurubu var.
Ve nihayet Eflanili Konağına geldik.
1910 tarihli, yöresel yemeklerin servis edildiği Eflanili bir aileye ait eski bir konaktı burası. Konağın üst katındaki odalardan birini
seçtik. Köşe sedire kurulduk. Menüden gözüme Ecevit çorbası ve bandumayı
kestirdim. Emel, mercimek çorbası ve mantıyı tercih etti. Eflani’li olan
kayınvaldesi, bandumayı sık yaptığı için tercihini mantıya kullandığını
söyledi. Ecevit çorbası, yumurta ile terbiye edilmiş, prinç yerine küçük hamur
parçaları olan yoğurt çorbasıymış. Banduma ise, hindi suyuna banılmış ince
hamur parçalarının üzerine dilim dilim sıralanmış hindi parçalarından yapılmıştı. Hepsi
çok çok lezizdi.
Kastamonu’nun pastırmasının,
Kayseri pastırmasına fark yaptığını söyleyip, yolunuz düşerse almadan
geçmemenizi tavsiye ederim. Biz, aldığımız ikişer kilo sarmısağa, birer okkalık
köy ekmeği, pastırma ve Kastamonu’nun meşhur çekme helvasını da ekledik. Emel,
Kastamonu el işlerini de ihmal etmedi, bağlama işi yapılmış bir de masa örtüsü
aldı.
Öğretmenevine uğrayıp emanetten
eşyalarımızı aldık. Otobüsümüz 18.45’te SİNOP’a.Gelen var mı?
Yorumlar
Yorum Gönder