Ortaköy sırtlarındaydım, yaşanmışlıkların da ortasındaydım. Eski bir çeşme İstanbul’du, köşede, musluksuz, olsun, o İstanbul’du. İstanbul'u, gerçek İstanbul yapan yerdi, hayattı, candı.
Sevmiyorum, şehrin içine yapılan yüksek binaları, dönüşümleri. Dönüşüm değil, kalanların korunmasından yanayım. Ey İstanbul’u yönetenler, bu şehir sekiz bin beş yüz yıllık, hakkınız yok ona dokunmaya, desem de duyan olur mu ki?
Ortaköy sırtlarında, Fıstıklı Köşk Sokak’ta, köşk kalmamış ki sokağı fıstıklı olsun. Birbirine bitişik kişiliksiz apartmanlar. Allah’tan, sokak boyu ağaçlar var, yürürken huzur veren. Denize yasaklı İstanbullu diye düşünüyordum Beşiktaş’tan Ortaköy’e doğru yürürken. Ne çok şeye yasaklıyız oysa, sadece denize mi, bir düşünsek. Evet, bir düşünsek. Düşünmeye de mi yasaklıyız yoksa?
Şu sokak isimleri ne ilginç!
Taş Basamak Sokak, Palanga Sokak, Fıstıklı Köşk Sokak, Kabalak Sokak, Yerebatan Sokak. Bir saatte dolaştığım beş sokak, neredeyse üç yüz yılı taşıyor oysa. Çeşme, Abdülkerim Efendi Çeşmesi ,1789 doğumlu, Meryem Ana Ermeni Kilisesi ahşap olan Eğin (Kemaliye) den gelenlerin yaptırdığı ahşap olanın 1665’lere dayandığı, hatta ve hatta Bizansa kadar dayandığı tahmin edilen Ortaköy Yahudi Mezarlığı.
Kedilerin, mevsim normallerinin üstündeki Eylül sıcağında miskin miskin uyukladığı Ortaköy sırtlarında dolaştım. İstanbul, gerçek İstanbul, tarihini sevdiğim İstanbul, biraz da buradaydı.
Mezar taşları, bir kedinin fotoğrafını çekmek isterken ayağıma takılmıştı. Üzerinde İbranice yazıdan, mezarlığın duvarlarının dışında da mezarlık olduğunu anladığımda, her Boğaz Köprüsünden geçişte, sağa doğru baktığımda, yakından görmeyi istediğim mezarlık alanının, saygısızca talanını gördüğüm, İstanbul.
Kırmızı eski ve büyük bir konakta, yaşlı bir kadının bakıcılarıyla oturduğunu öğrendiğim, eski adıyla ‘El Orfelinato’da, yani Yetimhane’de, babaları Balkan ve I. Dünya Savaşı’nda şehit olmuş Yahudi çocuklarının kaldığı binayı gördüğüm, İstanbul.
Yıldız Parkı’nın girişinde, Abdülmecid’in yaptırdığı ve benim barok minarelerine hayran olduğum, Küçük Mecidiye Camii’ni gördüğüm. Yani, üç saatte evrensel İstanbul’u, yaşayıp ve gördükten sonra, Kadıköy sahilinde gerçeklere döndüğüm, İstanbul. Haydarpaşa mendireğine konan karabataklar misali, iki iskele arasında tünemişlerdi. Ve bence, İstanbul’u hiç ama hiç tanımıyorlardı.
Yorumlar
Yorum Gönder