Gezi tarihi : Tem. 2015
Eminönü’ne gidiyorum ama öyle sabırsız bir yapım var ki, on dakika daha Eminönü vapurunu beklememek için, Karaköy vapuruna biniyorum.
Elimde Karaköy İskelesi'nden aldığım simitle, salına salına köprü altından yürürken, bu şehri İstanbul’un tadına bakıyorum. Simit nefis ama, Köprüaltı’ndaki balıkçıların Arap istilasına uğramış olması aynı tadı vermiyor.
Gözüme çarpanlardan ilki, kocası balığını yerken, telefonuyla oynamak durumunda kalan, gözlerinden başka bir yeri görünmeyen peçeli çarşaflı Arap hatunu. Peçeyle yemek yerken nasıl eziyet çektiklerine, Eminönü’nde Saray Muhallebicisi’nde şahit olmuştum bir kez daha.
Şimdi iş daha zor, balığı yemenin yanında, bir de balık kokulu peçeyle İstanbul’da turist olmak var. Acaba bir düzine peçeyle mi çıkıyorlardır yolculuğa?
Neyse onları, daha doğrusu kadını balığı, peçesi, telefonu ve kocasıyla baş başa bırakıyorum,ama köprü üstüne çıkar çıkmaz başka bir peçe faciasıyla karşılaşıyorum. Denizi arkalarına alıp öz çekim yapan genç bir Arap çift daha. Kadının yüzü yok, peçeli. Gülüyorum, hemen geçemiyorum, beynim sorguluyor, o ülkede kadının neden yüzü yok?
Köprü üstünden yürümeye devam ediyorum. İstanbul’un poyrazı uçuruyor etekleri. İşte bir batılı hatun, umurunda mı gözükmüş bacakları. Bacak deyince, dizden aşağısı metal bir bacak çarpıyor gözüme bu kez. Nike ayakkabısını geçirmiş ayağına, hızlı hızlı yürüyor arkadaşlarıyla.
Köprüden iniyorum, şemsiyeli şapka satıyor bir satıcı, mallarından birini takmış kafasına ‘buyrun bağyan’ diye bağırıyor.
Fotoğraf bastırtacağım Eminönü’nde. Artık çoğu sanal olan fotoğrafların, hiç olmazsa bazılarını elle tutabileyim istiyorum. Kütüphanemdeki albümlerin sırtlarında en son 2011’i görüyorum. Yeni albümün sırtına 2014-2015 yazacağım, hayat devam ediyor.
Fotoğrafları almak için altı buçuktan önce tekrar Eminönü’nde olmak üzere, ben de yola devam ediyorum, bu kez köprünün Haliç tarafından tekrar Karaköy’e yürüyorum.
Köprünün bu yanında da aynı manzaralar. Peçeli peçeçiz Araplar, son derece makyajlı gözler. Arap delikanlıların saçları Ronaldo modeli, yanda bir çizgi. Ya kafaların içi?
Karaköy’de ilk durağım, listemdeki birkaç kitabı almak için Perçem Sokak. Bu çıkmaz sokağın sonu, eski adıyla Zülfaris Sinagogu, şimdiki adıyla 500.Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi. Daha kapıya yaklaşırken müzenin önündeki görevli soruyor ‘Ne bakmıştınız?’. ‘Ebenin körünü’ desem, demedim, ‘kitap’ diyorum.
Sonra, Kemeraltı’ndan Tophane’ye doğru yola devam. İstanbul Modern’e doğru giderken, Eski ‘Tütün Deposu’nda Aziz Nesin konulu bir sergi olduğu geliyor aklıma. On onbeş yıl kadar önce, Türkiye kökenli yazar William Saroyan’la ilgili bir sergi daha gezmiştim Tütün Deposu’nda.
Merdivenleri çıkarken bir daktilo tıkırtısı geliyor kulağıma. Bilgisayar klavyesinin sesinden daha melodik olduğu kesin. Sergi salonunun sağ tarafı yazarın çalışma odası dekorunda. ‘Ben olmasam da bu daktilo kendi kendine yazar’ demiş ya usta, sergiyi bu ‘tıktık’ları dinleyerek geziyorum.
Kılıç Ali Paşa Camii’nin önüne geldiğimde saat on altı otuz gibi ve günlerden Perşembe. Büyük yolcu gemisinin düdüğü üç kez bağırıyor. Rıhtımdan ayrılışını görmek için adımlarımı sıklaştırıyorum. Yüzen dev otelin balkonlarından yolcular rıhtıma doğru bakıyor. Yakalıyorum tam da dönüş manevrasını, kitaplar bir yana, etekler bir yana Tophane Rıhtımı’nın tel örgülerinin arkasında.
Kadıköy’e dönüşüm Şehir Hatları’ının yeni yüzen kutusuyla. Sevmiyorum içinin dizaynını, Sıranın başında oturuyorsan, üç kişiye daha oturması için kalkıp yol vereceksin. Sıra başı yolcusunu almışsa, ‘müsaade eder misiniz?’ diyeceksin. Eski vapurlarımızı istiyorum.
Kadıköy Çarşısı'nda baharatçıya uğruyorum. Bir Ahmed, peçesiz ve makyajlı iki hatun, üç çocuk, Araplar yine devrede. Bakliyat alıyorlar, listeleri bitmiyor, sıra bana gelemiyor.
Son durak Yeldeğirmeni, sokaklarında duyduğum hiçbir dil artık beni şaşırtmıyor.
Eminönü’ne gidiyorum ama öyle sabırsız bir yapım var ki, on dakika daha Eminönü vapurunu beklememek için, Karaköy vapuruna biniyorum.
Elimde Karaköy İskelesi'nden aldığım simitle, salına salına köprü altından yürürken, bu şehri İstanbul’un tadına bakıyorum. Simit nefis ama, Köprüaltı’ndaki balıkçıların Arap istilasına uğramış olması aynı tadı vermiyor.
Gözüme çarpanlardan ilki, kocası balığını yerken, telefonuyla oynamak durumunda kalan, gözlerinden başka bir yeri görünmeyen peçeli çarşaflı Arap hatunu. Peçeyle yemek yerken nasıl eziyet çektiklerine, Eminönü’nde Saray Muhallebicisi’nde şahit olmuştum bir kez daha.
Şimdi iş daha zor, balığı yemenin yanında, bir de balık kokulu peçeyle İstanbul’da turist olmak var. Acaba bir düzine peçeyle mi çıkıyorlardır yolculuğa?
Neyse onları, daha doğrusu kadını balığı, peçesi, telefonu ve kocasıyla baş başa bırakıyorum,ama köprü üstüne çıkar çıkmaz başka bir peçe faciasıyla karşılaşıyorum. Denizi arkalarına alıp öz çekim yapan genç bir Arap çift daha. Kadının yüzü yok, peçeli. Gülüyorum, hemen geçemiyorum, beynim sorguluyor, o ülkede kadının neden yüzü yok?
Köprü üstünden yürümeye devam ediyorum. İstanbul’un poyrazı uçuruyor etekleri. İşte bir batılı hatun, umurunda mı gözükmüş bacakları. Bacak deyince, dizden aşağısı metal bir bacak çarpıyor gözüme bu kez. Nike ayakkabısını geçirmiş ayağına, hızlı hızlı yürüyor arkadaşlarıyla.
Köprüden iniyorum, şemsiyeli şapka satıyor bir satıcı, mallarından birini takmış kafasına ‘buyrun bağyan’ diye bağırıyor.
Fotoğraf bastırtacağım Eminönü’nde. Artık çoğu sanal olan fotoğrafların, hiç olmazsa bazılarını elle tutabileyim istiyorum. Kütüphanemdeki albümlerin sırtlarında en son 2011’i görüyorum. Yeni albümün sırtına 2014-2015 yazacağım, hayat devam ediyor.
Fotoğrafları almak için altı buçuktan önce tekrar Eminönü’nde olmak üzere, ben de yola devam ediyorum, bu kez köprünün Haliç tarafından tekrar Karaköy’e yürüyorum.
Köprünün bu yanında da aynı manzaralar. Peçeli peçeçiz Araplar, son derece makyajlı gözler. Arap delikanlıların saçları Ronaldo modeli, yanda bir çizgi. Ya kafaların içi?
Karaköy’de ilk durağım, listemdeki birkaç kitabı almak için Perçem Sokak. Bu çıkmaz sokağın sonu, eski adıyla Zülfaris Sinagogu, şimdiki adıyla 500.Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi. Daha kapıya yaklaşırken müzenin önündeki görevli soruyor ‘Ne bakmıştınız?’. ‘Ebenin körünü’ desem, demedim, ‘kitap’ diyorum.
Sonra, Kemeraltı’ndan Tophane’ye doğru yola devam. İstanbul Modern’e doğru giderken, Eski ‘Tütün Deposu’nda Aziz Nesin konulu bir sergi olduğu geliyor aklıma. On onbeş yıl kadar önce, Türkiye kökenli yazar William Saroyan’la ilgili bir sergi daha gezmiştim Tütün Deposu’nda.
Merdivenleri çıkarken bir daktilo tıkırtısı geliyor kulağıma. Bilgisayar klavyesinin sesinden daha melodik olduğu kesin. Sergi salonunun sağ tarafı yazarın çalışma odası dekorunda. ‘Ben olmasam da bu daktilo kendi kendine yazar’ demiş ya usta, sergiyi bu ‘tıktık’ları dinleyerek geziyorum.
Kılıç Ali Paşa Camii’nin önüne geldiğimde saat on altı otuz gibi ve günlerden Perşembe. Büyük yolcu gemisinin düdüğü üç kez bağırıyor. Rıhtımdan ayrılışını görmek için adımlarımı sıklaştırıyorum. Yüzen dev otelin balkonlarından yolcular rıhtıma doğru bakıyor. Yakalıyorum tam da dönüş manevrasını, kitaplar bir yana, etekler bir yana Tophane Rıhtımı’nın tel örgülerinin arkasında.
Kadıköy’e dönüşüm Şehir Hatları’ının yeni yüzen kutusuyla. Sevmiyorum içinin dizaynını, Sıranın başında oturuyorsan, üç kişiye daha oturması için kalkıp yol vereceksin. Sıra başı yolcusunu almışsa, ‘müsaade eder misiniz?’ diyeceksin. Eski vapurlarımızı istiyorum.
Kadıköy Çarşısı'nda baharatçıya uğruyorum. Bir Ahmed, peçesiz ve makyajlı iki hatun, üç çocuk, Araplar yine devrede. Bakliyat alıyorlar, listeleri bitmiyor, sıra bana gelemiyor.
Son durak Yeldeğirmeni, sokaklarında duyduğum hiçbir dil artık beni şaşırtmıyor.
Yorumlar
Yorum Gönder