Şubat ayıydı, kültür ajandalarında İstanbul'da ne var, ne yok diye bakarken, Notre Dame De Sion Lisesi'nde ''Paris'te Bir Padişah, İstanbul'da Bir İmparatoriçe, 1867-1869'' sergisi gözüme çarptı. Hafta sonu sergiyle bağlantılı olarak bir yuvarlak masa toplantısı, ardından da küçük bir konferans konser düzenlenecekti.
Cumartesi günü soluğu Harbiye'de aldım. Yüz elli yılı çoktan devirmiş okulun demir parmaklıklı gri kapısından içeriye girdim. Kısa bir koridordan geçip, küçük bir avluya bakan sevimli lobide biraz oyalanıp, bembeyaz boyalı sergi salonuna geçtim. Erken gelmiştim, henüz kimseler yoktu. Sergi için güzel de bir katalog hazırlanmıştı. Önce onu biraz karıştırdım.
Serginin bir bölümünde, Abdülaziz'in Paris'e seyahati ve o dönemdeki olaylara eğilinirken, 1867'de Paris'te açılan Evrensel Sergi'yle ilgili dökümanlara yer veriliyordu. İkinci bölümde ise III. Napolyon'un eşi Eugenie'nin 1869'da Osmanlı başkentinde geçirdiği bir haftaya odaklanılıyordu.
Abdülaziz, Osmanlının savaş dışında Avrupa'ya giden ilk padişahı; Eugenie'de, Osmanlı başkentini ziyaret eden ilk taçlı kadın ziyaretçisiydi. Yuvarlak masa toplantısında tarihçiler dönemi anlattı. Dinleyiciler arasında; toplantının ikinci bölüm başlarken, telaşla yerine gelmekte geciken eşini arayan bakışlarını hiç unutmayacağım, bir de yaşlı padişah torunu (Osman Selahattin Osmanoğlu) vardı.
Sıra konsere geldiğinde çalınan eserler, aynı dönemlerde Osmanlı Sarayı'nda görevli bestecilerin ve bizzat Abdülaziz'in besteleriydi. Müzikolog, besteci ve orkestra şefi Emre Aracı bilgi verirken, Toros Can ona piyanoda eşlik ediyordu. Sultan Abdülaziz’in piyano için bestelediği Valsa Davet, saray bestecilerinden Calisto Guatelli'nin Osmanlı Sergisi Marşı akılda kalıcı ezgileriyle harikaydı, dinlemenizi öneririm.
Biz piyanonun sesine ve anlatılanlara kapılmışken, hemen yan duvarlarda, 1846'da okul yapılmadan inşa edilmiş olan Saint Espirit Kilisesinin mahzenindeki mezarlıkta, sarayın ileri gelen Katolik paşaları ebedi uykularındaydı. Yine saray bestecilerinden Donizetti Paşa gibi, Francesco Della Suda ya da sonraki adıyla Faik Paşa gibi.
Sizi evinin olduğu caddeye götüreceğim şimdi. En kestirme tarifle Galatasaray Lisesi'nin arka sokağı da diyebileceğim Faik Paşa Caddesi'ne adı verilen İtalyan asıllı Della Suda Paşa, sarayın baş eczacısıdır. Oğlu da eczacı olan Sudaların üçüncü kuşağı, sonraları, Liszt'ten ders almış bir müzisyen olarak karşımıza çıkar.
Özellikle sol yakasında çok hoş ve görkemli eski binaların olduğu Faik Paşa Caddesi'ne yukarıdan Galatasaray Lisesi'nin sol yanından, Turnacıbaşı Sokak'tan yürüyerek girelim. Özel Zağrofyan Rum Lisesisi'ni, Galatasaray Lisesi'nin arka kapısını, İstanbul'un en eski (1481) hamamı Galatasay Hamamı'nı, Galileo Galilei İtalyan Lisesi'ni, Yunan Konsolosluğunu geçelim.
Sol köşede Mimar Kemalettin tarafından yüzyıl önce 3. Vakıf Han olarak yapılan, şimdi son derece zarif bir butik otel olan Corinne Hotel'i hemen geçmeyelim. Zaten girişteki düz ayak kafesinin yer çinileri, sizi içeriye davet edecektir, oturup bir kahve içelim.
Evi o bölgede olduğu için otele adı verilen Madam Corinne, Mustafa Kemal'in Harbiye'den arkadaşı Ömer Lütfü Bey'in eşidir. Balkan Savaşı'nda eşinin ölümünden ve Madam Corinne'in İtalya'ya dönüşünden sonra da yazışarak bağlantılarını sürdüren iki dostun mektuplarından madamınkiler, günümüze kadar ulaşmış, yeğeni tarafından kitaplaştırılmıştır.
Ve sonra sağdaki ilk sokaktan yani Faik Paşa Caddesi'nden yokuş aşağı doğru yürümeye başlayalım. Yokuşun başındaki evlerden birinde, yazımın başındaki Notre Dame De Sion Lisesi'yle iç içe olan Saint Espirit Kilisesinin mahzenindeki mezarlıkta yatan, sarayın baş eczacısı Francesco Della Suda ya da paşa adıyla Faik Paşa yaşamış. Hiç evlenmeyerek yalnız yaşamayı tercih eden torun Francesco Della Suda da bu evde piyano dersleri vererek yaşamını sürdürmüş. Ama o, dedesi gibi özel bir yerde değil, Feriköy'deki Latin katolik Mezarlığı'nın kimsesizler bölümünde yatıyor.
Yürüyelim, seyrek de olsa sağlı sollu antikacılar gözümüze çarpar. Ne de olsa İstanbul'un gözde antikacılarının bulunduğu Çukurcuma Caddesi'nin bir paralelindeyiz. Elden geçmiş, görmüş geçirmiş binaların bazıları otel, bazıları konut olarak parıldıyor. Sola doğru hafif bir kavis yapıp ilerliyoruz. Sağdaki şu sarı apartmanın önünde kaldırın başınızı, Zenovitch Apartmanı'na geldik.
Yıllar önce, boyası dökülmüş, ahşap pancurları yan yatmış, terkedilmiş haldeyken gördüğümde de bayılmıştım bu apartmana, şimdi şık bir otele dönüşmüş haliyle de bayılıyorum.
İstanbul Bienallerinden birinde bazı bölümlerini gezme fırsatını da yakaladığım binayı, 19. yüzyılın ikinci yarısında Sırbistan'dan İstanbul'a gelen denizci bir aile yaptırmış.
Devam ediyoruz, sanat galerileri, birbirinden farklı tasarımlı kafeler, ikinci el eşya satan dükkanlar, neredeyse Boğazkesen Caddesi'ne ineceğiz ve karşımıza Tomtom Kaptan Sokağı çıkacak. Sağda basamaklı bir sokak var, yakın yıllarda çok reklamı yapılıp, çabuk sönen Cezayir Sokağı. Piyasaya Fransız Sokağı diye lanse edilen, dönüşümün kötü örneklerinden biri.
Faik Paşa Caddesi kısa kısa hikayeleriyle bitti. Arzu eden, Boğazkesen Caddesi'de sola yönelip, bir sonraki sokak olan Çukurcuma Caddesi'nde Orhan Pamuk'un meşhur Masumiyet Müzesi'ne gidebilir, yukarıya doğru devam edip bütün gününü geçirecek kadar oyalanabileceği antikacı dükkanlarını gezip, anısı olan eski eşyalar arasında kendini kaybedebilir.
İstanbul, sonu gelmez bir seyahat halidir.
Yorumlar
Yorum Gönder