KAŞ GÜNLÜKLERİ (9) Asas Yaylası'nda Sumak Peşinde

 


Her şey denizin ortasında, ''Sumak toplamaya Asas'a gidelim mi?'' teklifiyle  başladı. ''Ama yağmur yağmadan gitmek lazım''la devam etti. Aradan bir haftadan fazla zaman geçti, nasılsa koca yaz boyunca bir kez bile yağmayan yağmurun, Kaş'a kolay kolay uğrayacağı yoktu.


Asas, 1366 metreye kadar yükselen, Kaş'ın sırtını dayadığı dağlardan biri. Yamaç paraşütü atlayışları bu dağın 650 metre irtifasındaki  pistten yapılıyor


Asas Yaylası'ysa,, Yeniköy halkının yazları  çıktığı, 1200 metrelerde on, on beş evin ayakta kaldığı bir yayla. Zaten, sumak toplama teklifi de, çocukluğu oralarda geçmiş, eski bir Yeniköylü olan komşumdan geliyor. Bana dağ bayır teklifi gelir de ben kaçırır mıyım, voyn!


Toroslarda bin metrenin üzerine çıkıldığında sedir ağaçları başlar. İki bin yaşın üzerinde anıt sedir ağaçlarının bulunduğu bir coğrafya Elmalı, Kaş ve civarı. Kumluca'da Dibek Tabiatı Koruma Alanı'ndaki Sedir Ambar Katran (Cedrus Libani) olarak tescillenen anıt sedirin yaşı 2327. Yaşadığı sürede olan biteni artık siz düşünün. Milattan önce 323'te ölen Büyük İskender'le bile aynı havayı solumuş.


Biz Kumluca'daki sedirleri bırakıp, Asas'takilere dönelim. Erzaklarımızı da yanımıza alıp, sabah erkenden yola çıkalım.  Gökçeören Köyü'ne, yol üstünde yapılmış olan seyir yerinden bakıp, Gökçeören Hatırası fonunda bir fotoğraf çekmeyi de ihmal etmeyip, tırmanmaya devam edelim. Ama yanlış anlaşılmasın, henüz arabayla yol alıyoruz. İşin yürüyüş kısmı yaylaya varınca. 


Yarım saat kadar sonra Asas Yaylası'ndayız. Evler, toprak yolun sol tarafındaki yamaçlarda toplanmış, çoğu yıkık durumdaki eski taş evler. Yolun üzerinde sonradan yapıldığı betonarme oluşundan belli,  küçük bir mescit, onun biraz ilerisinde de 'köşk' diye adlandırdıkları, beş altı basamakla çıkılan bir platform var.


Köşkün yaptığı gölgede, örtümüzü yere serip kahvaltımızı yapıyoruz. Çayımız, ev yapımı otlu peynirimiz, yumurtalarımız, böreğimiz, çöreğimiz, kavunumuz hatta hatta  badem içiyle cevizimiz bile var.


Kahvaltıdan sonra eski evlerin arasından yürümeye başlıyoruz. Evlerden kapısı açık olanlardan birinin içine giriyorum. Zemin toprak, toprağın üzerine kilim serdiklerini söylüyor arkadaşım, ''Öyle serin olurdu ki, temmuzda bile yorgansız yatmazdık'' diyor. İki minnak pencere, solda yemeklerin pişirildiği ocak yeri, hatıllı taş duvarlar. 


Evlerin dayandığı kayaların öyle bir formu var ki,  Hattuşaş'ı koruyan Hitit aslanlarını aklıma getiriyor. Yan yana yere oturmuş iki aslan, adeta yaylayı korur gibi bakıyor. Bunlar da neden Likya'nın  aslanları olmasın.


Ve taşlı bir araziden geçerken gözüme çarpan bir dikenle ilk sorum geliyor. "Eskiden bu dikenin tohumuyla mı kahve yaparlarmış?"

Evet, o dikenin tohumu ve nohut kavrulur, kahve yapılırmış. Ama, dikenin tohumu lezzetten ziyade, kahveye köpük sağlarmış.


Sonra bir 'alıç ağacı' çıkıyor yolumuza. Meyveleri kırmızı. Ama 'Daha ermemiş' diyor arkadaşlarım. Derken kuşburnu çıkıyor, onu tanıyorum. Çitlembikler de daha olmamış. Çitlembiğin burada adı, 'genefir' yani kenevir.  Yerden kısa bir sapla çıkan lila renkli benekli bir çiğdem sonra. Sonra da tesbih ağacı. Yenmeyen, yeşil boncuk gibi meyveleri var. Marifeti, bedenin toprakla buluştuğu yerde. Mercan rengi, öbek halinde kuru küçük tanelere buhur diyorlar. Közün üstüne konup yakıldığında, hoş kokusu olan bir tütsü oluyor.


Geçtiğimiz yol eski bir patika yol ama yıllardır  kullanılmadığından çalılar kapatmış. Bir çalı labirentinin içinden çıkıp, devasa sedir ağaçlarının olduğu ormana dalıyoruz. Sumak, ormanlık alanda kendiliğinden yetişen  ağacın, salkım şeklindeki meyvesi.Bağ makasıyla kesiliyor. Bizim de makaslarımız yanımızda. Arkadaşım, ağaçlarının bu bölgede olduğunu söylüyor  ama bir tek ağaç kalmamış yörede.Ee, aradan da bir elli yıl geçmiş zaar 🙃 


Gözüme takılan öyle sedir ağaçları var ki, bedenini kavramak için üç dört kişi lazım. Kumluca'daki anıt ağacın çapı iki buçuk metreymiş, burada benim gördüklerim de ondan aşağı olmadığına göre, iki bin küsür yıllık bir ağaca sarılmanın onurunu ve zevkini yaşıyorum. Aldığım enerjiyi düşünebiliyor musunuz?


Evet, sumak bulamadan, tırmandığımız dağın arka yamacından, Yaylacık düzlüğüne iniyoruz.Iki tepe arasında küçük bir düzlük burası. Kör Kuyu'yu da geçiyoruz. Geliyoruz  Koca Meşe'ye. Adını bir yanı  oyulmuş koca bir meşeden alıyor burası da. Derken, üzerinde derme çatma tahtalar olan bir kuyu çıkıyor karşımıza. İçinde su var mı diye baktığımda, biri kuş olan üç hayvana mezar olduğunu görüyorum. 


Kuyudan sonra toprak yol sağa doğru kıvrılıyor. Sedir ağaçlarının gölgesinde, düzlükte  yürüyüşe devam ediyoruz. Düzlüğün genişleyip devam ettiği alan sapsarı bir ekinlik. En ötede bir ağıl ve bize doğru havlayarak gelen dört tane köpek. Manzara gözünüzün önüne gelebiliyor mu? 


Mayısın sonlarında bile canavarların (bu yörede  kurtlara canavar diyorlar) dolaştığı bir yerde, koyunları korumanın yolu kangal ya da kırmasından geçer haliyle. Köpekleri de atlatıp, tekrar bir yamaçtan yukarı tırmanmaya başlıyoruz. Bu kez anısı olan bir sedir var, yolumuzun üstünde, Aylı Katran.


Yeniköylü arkadaşımın ablası gelin olduğunda, düğün  alayı gelini atla dolaştırken, damat da bu sedirin yüksek bir dalına çıkıp oturmuş, mutlu mutlu gelinini beklemiş. 


İki saatlik yürüyüşün sonunda, büyük bir daire çizerek, tekrar yayla evlerinin yanına ulaşıyoruz.  Yine mescidin önünde bir mola, yayla  havası, yürüyüş acıktırıyor. Nevaleler bir kez daha çıkıyor. Yemekten sonra ikinci etap yürüyüş yaylanın düzlüğünde, doğu istikametine. Hedefte kuşburnu var.


Toprak yolun sağı solu sapsarı, bazı yerlerde selvi ağaçları kalem gibi incecik yükseliyor. işte bilinçaltı yine iş başında, Van Gogh'un, Monet'in  tablolarının içindeyim adeta. Görsel şölen yaşıyorum. 


Yol üstünde, etrafı telle çevrili büyükçe bir alan mezarlık olarak ayrılmış. Mezar taşlarının çoğu, bildiğimiz taş, yazı çizi yok. Çok eski olduğu belli, sanki dere geçmiş de taşları bırakmış gibi.


Kuşburnu hasatı da vasat. Bu yaz çok kurak geçtiğinden olsa gerek, meyveler olgunlaşmamış. Ama yine de bakırlarımızı ( Plastik kaplara burada bakır diyorlar, önceleri en yadırgadığım şeylerdendi) boş bırakmıyoruz. Hiç kuşburnu topladınız mı bilmiyorum, acayip bir dikeni var, şakası yok, yırtıyor 🤪


Ve tekrar mescidin önüne, büyük kuyunun başına dönüyoruz. İki teyze var kuyu başında, biri ineklerini yalaktan su içmeye getirmiş. Kuyunun çapı beş altı metre, ipli tenekeyle suyu çekip, yalağa dökerken, bir yandan da ineklere bağırıyor, "Hurç, hurç, hurç"

Yorumlar