ÜÇ SARNIÇ DAHA (Fatih'ten Yavuz Selim'e)



Bizanslılar İstanbul'un altını epey bir oymuşlar galiba. Bir günde üç yeni sarnıç daha kattım, İstanbul dağarcığıma. Haydi bakalım, Yavuz Sultan Selim Camisi'ne doğru yola düşelim. 


Kadıköy'den Marmaray'la Yenikapı'ya geçip, hat değiştirerek, Atatürk Hava Limanı metrosunun ikinci durağı Emniyet-Fatih'e varmak, sadece yirmi dakika alıyor. Geriye, Akdeniz Caddesi'nden yukarı yedi sekiz dakika, Arapça konuşmaların kulağa çok çarptığı, tırmanmaya kalıyor. Ana caddeye varıldığında, karşıya geçip, sola doğru biraz yürünürse, Yavuz Selim Caddesi'nin başına gelinir, ki o cadde bizi dosdoğru Aspar Sarnıcı ve Yavuz Sultan Selim Camisi'ne götürür.


Ama, buraya kadar gelmişken, İstanbul'u bize armağan eden Fatih Sultan Mehmet'in camisini ve türbesini de bir görelim dersek, ana caddeye vardığımızda karşıya geçip, bu kez sağa dönmek gerekir.. 


Sağa dönüp biraz yürüyelim o zaman ve caddeye cephelenen yüksek duvarların üzerindeki Sahn ı Seman Medreseleri'nin arasındaki, geniş merdivenleri arşınlayalım. Fatih  Camisi'nin ferah dış avlusundayız şimdi. Aralarından geçtiğimiz medreseler,  Bahr ı Sefid denilen Akdeniz Medreseleri.  Külliyenin diğer  tarafındaki  medreseler ise Bahr ı Siyah dedikleri Karadeniz Medreseleri. Din ilminin yanında, fen ilmi derslerinin de verildiği, İstanbul Üniversitesi'nin bir nevi kökeni olan okullarmış bu medreseler zamanında.


Fatih Sultan Mehmet külliyesini, Bizans döneminde imparatorların porfir lahitlerinde (Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde gördüğümüz bordo büyük lahitler onlardan bazıları) ebedi uykularına yattıkları Kutsal Havariler (Havariun Kilisesi) kilisesinin olduğu yere yaptırır . Bittiğinde (1467-1470) Yeni  Cami diye adlandırılan cami ve külliyenin  mimarı,  Sinan ı Atik. 'Atik'in eski anlamından başka, sabık, azatlı köle anlamlarına da geldiğini, yani Bizans kökenli bir mimar olduğunu da ekleyelim buraya.


Camiye girmeden sağ taraftaki hazire ve türbeleri ziyaret edip, tabelalardan bilgileri alıyoruz. Cam muhafaza içinde, üzeri Kabe örtüsüyle örtülmüş, büyük bir kavuğu da taşıyan Fatih'in sandukası, tavan ve duvarlarına kırmızı  tonlarının hakim olduğu bir türbe içinde. Bu kadar renkli ve görkemli oluşu, 1766 ve daha sonra meydana gelen depremlerde yıkılıp, dönemin padişahları tarafından yeniden yaptırılmasından kaynaklanıyor.


Aslında bugün gördüğümüz cami de dahil tüm külliye, 1766 yılında depremde tamamen yıkılmış. Orijinal olan tek yapı elemanı, dış avlunun doğu tarafındaki Çorba Kapısı. Yeşil taşlarla motiflendirilmiş küçük bir taç kapı olan bu kapının adı, bu kapıdan fakir halka gün boyu çorba dağıtılmasından geliyor.


Fatih'in annesi Gülbahar Hatun ve hemen onun arkasında Gazi Osman Paşa'nın türbesinden sonra, hazirede bir kaç tanıdık isme daha rastlıyoruz. Ahmet Cevdet Paşa,, Ahmet Mithat Efendi, Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve sıkı durun, Kadir Topbaş. Meclis kararı ve Cumhurbaşkanı onayını gerektiren bir gömü alanı burası. Semayi Eyice Hoca da ona komşu.


Şadırvanlı iç avludan geçip camiye girelim şimdi. Kalem işleri, ahşap kapı işçilikleri, kırmızı halısı, muhteşem büyüklüğü ile orijinali değilse de, Fatih'in adına yakışır mimariye sahip bir cami. Sahi, yaptırdığı camiye sadece iki minare koyduran Fatih, şehrin karşı tepesine altı minareli cami yaptıranlar için ne düşünürdü acaba?


Neyse, biz Malta Çarşısı tarafından avludan çıkıp, yolumuza devam edelim. Hemen soldaki sokağın başında eskimiş, köhnemiş bir han var, Şekerci  Han. Tarihçilerin Fatih Külliyesi'yle aynı tarihlerde yapıldığını ama sonraki yüzyıllarda ilaveler de yapıldığını belirttikleri hanın, yüz odası varmış. Günümüzde kapalı olan han, özel şahıslara ait ve restorasyon bekliyor.


Hanla ilgili bir anekdot var aklımda. Bir dönem Neyzen Tevfik bu handa yaşıyor. Mehmet Akif Ersoy'un evi de, bir kaç sokak aşağıda Sarıgüzel'de. Bu birbirinden son derece farklı iki insan, kaynaşacak ortamı bulmuş, şair Neyzen'e Arapça, farsça öğretirken, Neyzen de ona ney çalmayı öğretmiş.


Malta Çarşısı artık Suriye Çarşısı'na dönmüş durumda. Dükkanlar el değiştirmiş. Bir önceki gelişimde kahve içtiğim dükkanın sahibi de, çalışanı da Halepli. Fiyatlar piyasa fiyatlarının altında. Mesela yumurta iki lira. Günlerden çarşamba. Çarşamba Pazarı'nın bir ucu da burada.


Çarşının içinden Fatih Caddesi boyunca dümdüz yürüyünce varacağımız cadde, bizi sarnıçlara ve Yavuz Selim Camisi'ne götürecek olan Yavuz Selim Caddesi. Kumrulu Mescit'e uğrayacağız ama önce. Çünkü, Fatih Camisi'ni yapan mimarın mütevazi mezarı ve alnında iki kumru olan küçük bir çeşme bu mescitte. Mescitin cadde tarafından da görülen mimarbaşının mezar taşında şöyle yazıyor:


"Tanrı'nın affına ve inayetine mazhar olan Mimar Sinan, ölümlü dünyadan 876 yılının birinci rabi ayının yirmi yedinci günü (13 eylül 1471) perşembeyi cumaya bağlayan gece akşam namazından sonra, deniz kıyısındaki karanlık hapishanede şehit edilerek, ölümsüz dünyaya göçtü. Tanrı onu mezarın ve cehennemin acılarından korusun..."


Atik Sinan ve Fatih Sultan Mehmet arasında geçtiği rivayet edilen ve  mahkemelere sirayet eden  olayı öğrenmem, bir Üsküdar gezimde gözüme çarpan Eski Mahkeme Sokak'taki tuğla ve taş alaşımlı binayı farketmemle olmuştu. İstanbul Kadısı Hızır Bey bu binada, her ne kadar adil bir karar verdiyse de, ellerinden olan Atik Sinan, sonunda canından da olmuştu. Merak edenler için ilgili yazı aşağıda  yorumlarda.


Yavuz Selim Caddesi'nde yürümeye devam ediyoruz. Şimdi yolun sağına geçiyoruz, 1873 yılında yapılmış, heybetli bir okul binasına uğrayacağız. 1994 yılında Maslak'taki kampüsüne taşınan Darüşşafaka Lisesi binasına uğramadan bu yoldan geçilmez.


 Çarşamba pazarının bir ucu da buraya kadar geliyor. Darüşşafaka Caddesi'ne girip, hemen solda daha dar Darüşşafaka Ön Sokağa giriyoruz. Okulun ön kapısı buradan. Ve açık olan kapıdan, görevlinin müsaade ettiği kadar ilerleyip, ''Ey, okul, neydin ne oldun!'' demek ihtiyacını duyuyorum. Çünkü o ilim yuvası artık, Fatih Sultan Mehmet Uluslararası İmam Hatip Lisesi. 


Bahçesinde devam eden kallavi inşaatın, havuz ve spor salonu olduğunu söylüyor görevli. İnternet sitesine baktım, 25 dersliği olan okulun 38 öğretmeni, 385 öğrencisi var, iyi mi! Güvenlik görevlisi diyor ki, ''Arapça ağırlıklı dersler var ama, İngilizce de var. İcatlar da yapıyorlar, çoğu Afrikalı, zehir gibi çocuklar.''


Küçük bir yay çizerek tekrar Yavuz Selim Caddesi'ne çıktığımızda, okulun yanı başında Sivasi Tekkesi Cami ve altındaki Sultan Sarnıç var sırada. İşte burası tam 'altı kaval üstü şeşhane.' Bu deyimi bir yazımda yazmıştım, Şişhane değil şeşhane. Aşağıya onu da iliştiriyorum :)


Yavuz Sultan Selim'in babası II. Bayazıt, şehzade iken, kendisine bir nevi padişah olacağının haberini söyleyen Şeyh Muhyiddin Yavsi'yi padişah olunca İstanbul'a davet eder ve bu tekkenin şeyhi olur. Tekke daha sonra Sivas'tan gelen şeyhler tarafından kullanılınca adı Sivasi Tekkesi olarak anılır. 


Sivasi Tekke Camisi olarak, Kadir Topbaş tarafından yeniden ihya edilmek üzere inşaatına başlanan caminin %80'i tamamlanır. 2022 yılı nisan ayında da ibadete açılır. Karşıda beş yüz yıllık, selatin Yavuz Selim Camisi dururken, küçük bir minaresi olan 555 metrekare alanlı, kare planlı bir cami  daha eklenir mahalleye. Yanı başındaki eski Darüşşafaka yeni adı ve sanıyla Uluslararası İmam Hatip Okulu'nun tatbikat yeri olan caminin, mahalleden olan cemaatının haklı bir sıkıntısı vardır ama. Çünkü caminin altı, düğün salonuna dönüştürülmüş bir Bizans sarnıcı.


Dördüncü yüzyıla tarihlenen, 1600 yıllık, altısı granit, yirmi sekiz sütunlu, İstanbul'un büyük kapalı sarnıçlarından olan bu sarnıç, uzun yıllar boş kalmış. Bir dönem marangozhane ve ipek iplik bükücüleri tarafından kullanılmış. Depo olarak da kullanılan sarnıç, 1987 yılında terk edilmiş. 2000 yılında bir girişimci tarafından seminer, konferans ve düğün salonu yapılmak üzere yedi yıl süren bir restorasyona tabi tutulan sarnıç, 2007'den itibaren bu fonksiyonunu devam ettirirken, üzerinde tekke yenilenerek cami yapılmış! 


Tekrar caddenin karşısına geçiyoruz. İstanbul'un en büyük açık sarnıçlarından birine 10 metre yüksekten bakıyoruz. Fatih Belediyesi tarafından Yavuz Selim Yaşam Merkezi olarak, İsmek'ten, top sahasına, karmakarışık bir mekana dönüştürülmüş. Daha kötüsü sarnıcın duvarlarını restore etmeye başlamışlar.


Hemen aşağımızdaki spor aletlerinden birinde, çarşaflı bir hatun, aletli yürüyüş yapıyor. Hayır, bu konuda hoşgörülü olamıyorum. Yukardan aşağı bu kadar kara çarşafa dolandıysan, o alete çıkıp, o görüntüyü vermeyeceksin. 


Sarnıca adını veren Aspar, V. yüzyılda yaşamış imparator kadar güçlü bir başkomutanmış. Bizans'ta açık hava sarnıçları daha çok bahçeleri sulamak için yaptırılıyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nda suyu kuruyan sarnıçlar bostan olarak kullanılıp, Çukurbostan olarak adlandırılmış. 1985 yılına kadar Aspar Sarnıcı'nın içinde tapulu 250 kadar ev varmış. O tarihte Çarşamba Pazarı'nın buraya taşınacağını planlayan belediye, evleri istimlak edip, ağaçları keserek, zemine de beton dökmüş. Ama ne pazarcıları, ne halkı oraya getirtememiş. 1500 yıllık sarnıcı pazara çevirememişler ama, karmakarışık bir  yaşam merkezine çevirmişler. Bir köşesinde sarık ve şalvar satılıyor.


Ve nihayet şehrin beşinci tepesi olan bu mevkiide Yavuz Sultan Selim Camisi'nin avlu kapısından içeriye giriyoruz. Dış avluda güneye yani Haliç tarafına doğru yürüyüp, önce Yavuz Sultan Selim'in Türbesi'ne giriyoruz. Çoook sade ve yalın bir türbe Yavuz'un türbesi. Camiyi oğlu Kanuni Sultan Süleyman'ın yaptırdığı (1522-1529) bilinse de, bazı tarihçiler Yavuz S. Selim'in başlatmış olabileceğini de söylüyor. Bu küpeli padişahın aslında imara ayıracak zamanı olmadığını, sekiz yıllık hükümranlık süresinin  savaşlarla geçmiş olmasından anlıyoruz. Üstelik sadece iki karısı olmuş! Ömrü at üstünde geçmiş.


Yavuz on yaşında iken, diğer kardeşleri ile birlikte, sünnet olmak için Amasya'dan İstanbul'a geldiğinde dedesi Fatih Sultan Mehmet'i tanımış. Ve o kısa zamanda dedesi ile olan zamanları hatırından hiç çıkarmamış.


Caminin içine girmeden biraz tarihe ne dersiniz burada. Elli yıllık ömrünün çoğunu şehzade olarak yaşayan Yavuz Sultan Selim, hüküm sürdüğü sekiz yılda Osmanlı topraklarını üç katına çıkarıp, üç kıtaya yayılmak, o dönemin önemli ticaret yollarını ele geçirmek, İslam aleminin ilk Türk halifesi olmak başarılarını göstermiş. Şah İsmail'in üstüne gidip, Şiiliğin Anadolu'da yayılmasının önünü keserken, kırk bin cana kastedip, kimini idam ettirip, kimini hapislere atması ise tarihe acı bir not. Şiir yazmayı da ihmal etmeyen bu Osmanlı padişahının sonu, sırtındaki bir yaradan olmuş.


Artık caminin içine girelim. Tek kubbeli, 24X24 metre alanlı, İznik'in ilk çinileriyle küçük  panolar halinde süslenmiş, sıvasız, kalem işsiz, küfeki taşından yapılmış duvarlarıyla çok sade bir cami Yavuz Sultan Selim Camisi. Açık renk halısı da bu sadeliğe uymuş. Orada da duamızı edip, batı kapısından çıkıyoruz. 


Bizans'ın yeni öğrendiğim son iki kapalı sarnıcı da işte tam orada. İçine girilmiyor. Varlığını öğrenip, internetten içini görebiliyoruz. Birbirine alttan bir kanalla bağlı olan bu sarnıçlarda artık su yok. 


Caminin güney cephesinden bakıldığında, Fatih'in tersaneleri tam karşıda kalıyor.  Altı yüz yıla yakın tarihi tersane binalarının yerinde yükselen cam yüzeyli otel ve apart binaları, tersane gözlerini gölgede bırakarak, Tersane İstanbul adıyla pazarlanıyor.


Haliç'e doğru yokuş aşağı Fener, Balat istikametinde yola devam.  Son durak Meşhur Fetih İşkembe Salonu :) acıktık...

Yorumlar