TERSANELER VE DAHA NELER

 


Hadi benim gülüm uyan

Önce çayı koy ateşe

Çaylanalım, allanalım

Yollanalım fabrikanın yoluna.


Bu satırları yazan kadın, yani Sennur Sezer, Haliç Tersanesi'nde, sekiz yüz erkeğin arasında  çalışan, dört kadından biriydi. 1959 yılında , İstanbul Kız Lisesi'ni "Bana  öğreteceği bir şey yoktu." diyerek bırakıp, tersanenin İkmal ve Muhasebe bölümünde çalışmaya başladığında 16 yaşındaydı. Sendikacı oldu, şair oldu, yazar oldu, hep emeği ve işçileri şiirlerinin mısralarına nakşetti. Haliç'in kuzey kıyılarına sıralanan tersanelerle ilgili yazıma, sevdiğim bu şairi anarak başlamak istedim.


Tersane deyince, aklıma ilk gelen isimlerden biri de Hamdi Karahasan'dır. Onu, Şehir Hatları'nın bir vapurunun adında (Ne yazık ki, bir süre de Bursa Belediyesi tarafından Gemlik Körfezi'nde kullanılan gemi, hiç bir arızası yokken 2018 yılında jilet yapılmak üzere Aliağa'ya gönderilmiş) hatırlayanlar da vardır, bir eğitmen olarak olarak anılarında, kalplerinde saklayanlar da. 


Ben onu, yani öğrencilerinin deyişiyle  'Hamdi Baba'yı, hem adını taşıyan vapurdan, hem de yirmi yıl teknik bölümünde (İnşaat Emlak Daire Başkanlığı) çalıştığım Türkiye Denizcilik İşletmeleri'nde, onun öğrencisi olan, bir çok arkadaşımın anlattıklarından bilirim. "Sadece gemi yapmayı değil, insan olmayı, yurtsever olmayı, milli ve dini değerleri de öğretti, hayatımıza çok şey kattı." diye bahsederler, bu tatlı sert müdürlerinden.


Hopa'da 1909 yılında doğan Hamdi Karahasan, 1945 yılında  Gemi Yapım Teknik ve Meslek Lisesi'ne atanmış,  ölümünden dört yıl öncesine kadar da buradaki görevine devam etmişti. Öğrencileri tarafından, her yıl ölüm  yıldönümlerinde (14.5.1977)  mezarı başında, anılması, ne kadar değerli bir insan olduğunun işareti elbette.


Haliç Tersanesi'nin içindeki Gemi Yapım Teknik ve Meslek Lisesi, bir yandan tersaneye eleman yetiştirirken, bir yandan da öğrencilerini üniversiteye hazırlıyordu. Okul müdürü  Hamdi Karahasan, çocuklarına sadece meslek derslerini değil,  vicdan sahibi, dürüst ve iyi insan olabilmeyi, bunların yanında, yemek yeme adabını yani kısaca hayatı da öğretiyordu.  Okul, 1981 yılında, Bülent Ulusu zamanında kapatıldı. 


Klasik bir cümle vardır ya "Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemiz" evet, öyle devam edeceğim, üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde, deniz yolları özendirilmedi, atılım yapılmadı, yavaş yavaş köreltilip,  tersane arazileri yaşadığımız günlerde parça parça ranta teslim edildi.


500 yılı çoktan devirmiş, dünyanın en eski tersanelerinden olan İstanbul'un tersaneleri, Fatih Sultan Mehmet zamanında başlayıp, Yavuz devrinde büyümüş, 17. ve 18. yüzyıllarda kuru havuzlar ve kızakların eklenmesiyle modernleşerek gelişmişti. Şişhane Yokuşu'nun hemen altında Haliç Tersanesi'nden başlayıp, Camialtı, Taşkızak ve Hasköy Tersanesi adlarını alarak devam ediyordu. Ne yazık ki günümüzde, elimizde tersane vasfını koruyan, sadece Haliç Tersanesi kaldı.


Bu rant istilası nedeniyledir ki, geçen yıl (2022) bahar aylarında Taşkızak Tersanesi'nde düzenlenen öncü bienale gidişim, sanattan ziyade,  tersane arazilerinde neler oluyor görmekti. Çünkü Camialtı ve Taşkızak  Tersaneleri'nin 250 dönümlük arazisinde, kah Haliç Port kah Tersane İstanbul adlarıyla  büyük bir proje, alanın bir çok yerinde tersane dokusu yok edilerek, çoktan uygulanmaya başlanmıştı bile. Hem de 'şehrin yeni kalbi' sloganlarıyla.


Aslında bir SİT alanı olarak korunması gereken tersane bölgesinde,  Camialtı Tersanesi'nin olduğu yerde, Doğu Roma İmparatorluğu dönemine tarihlenen sütun başları ve kaideler bulunmuş, Bizans döneminde de tersane olarak kullanıldığı bazı gravürlerde de görülmüştü. Yani bölge çok eskiden beri bir tersane bölgesiydi. 


Gerek yol  genişletme, gerek başka nedenlerle daha yakın dönemlerde, tarihe mal olacak tersane duvarları, karakol binası, yeniçeri mezar taşları gibi pek çok yapı çeşitleri ya yok edilmiş, ya da üzerleri kapatılmıştı. Bu üzerini kapatma işlerinden biri de, tersane zindanın olduğu yerlerde yapılmış, Abdülhamit,üstünü kapattırma emrini vermişti. Ama hiç biri son hamle kadar öldürücü olmamıştı. Zira artık lüks oteller, restoranlar ve kara kara rezidanslar yükseliyor tersane arazisinde.


Şöyle bir gerilere gidip, Haliç'in kuzey kıyılarına ait dimağımdaki bilgi kırıntılarını ve yeni öğrendiklerimi sıralarsam yazıma, çok bildiğimiz, Fatih'in gemilerini karadan yürütüp Haliç'e indirmesi ilk gelir aklıma. Sonra, yine Fatih'in ağalarından Handan Ağa'nın Hasköy'de yaptırdığı, altında kayıkhane olan Handan Ağa Camisi'nin  beni çok şaşırtan, sanki bulup buluşturup da duvarlarına monte edilmiş, mavi duvar seramikleri. (Birbiriyle alakasız gibi duran seramiklerin desenlerini, çeşitli zamanlarda yapılan restorasyonların özensizliği diye düşünmüştüm ama, aynı dönemlerde erken İznik çinilerinin yanında, İtalyan 'Mayolika seramikleri' nin de kullanılmasıymış sebebi. Mayolika seramikleri, benim için yeni bir bilgi😌)


Tersane, fethin ardından 1455'te kurulmaya başlanmış, yukarıda da yazdığım gibi, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde geliştirilmiş. 1800'lerde de modernleştirilmiş. Osmanlı döneminin Tersane i Amire'si, Haliç, Camialtı, Taşkızak ve Hasköy bir bütünmüş. Fatih'in kurduğu yıllardan başlayarak tersaneyi geliştirmek, bir imparatorluk geleneği gibi olmuş. Saraylar, has bahçelerle süslenmiş, depolar, yeni kızaklar, ambarlar ilave edilerek tersane Hasköy'e kadar uzatılmış.


Fatih Sultan Mehmet, tersaneyi kurdurduktan sonra, gemi yapımında önemli bir öge olan çivi imali için, Gelibolu'dan çingeneleri getirtip, buraya yerleştirtmiş. Osmalının ilk yerleştiği yer olduğu  (1513?) varsayılan bu yer, günümüzde Bedrettin Mahallesi adını taşıyor. Bu bilginin bana enteresan gelmesinin sebebi ise, Aziz Nesin'le bağlantılı. 


Çocukluğundan itibaren yaşantısını anlattığı 'Böyle Gelmiş Böyle Gitmez' adlı kitabında, Kasımpaşa'da oturdukları yıllarda, çingenelerin oturduğu mahalleden geçerken, onların sataşmasından nasıl kurtulduğunu hatırlayıp, 'Demek ki çingeneler, belki de yüzyıllardır aynı mahallede oturmayı sürdürmüşler.' diye düşündüğümden.


Lale devrinde Haliç kıyılarına  yapılan üst düzey yöneticilerin saray ve yalılarının arasında, tersane sınırlarında kalan Aynalıkavak Kasrı, benim de gezip, çok sade bulduğum, günümüze ulaşan bir yapı. Adındaki 'Aynalar' III.Ahmet zamanında Kiklat ve Mora Yarımadası'nın yeniden fethedilmesiyle gelen hediye Venedik aynalarndan.


Tarih sayfalarında hem  hayırsever, hem de müsrif sultan olarak geçen Abdülaziz'in annesi  Pertevniyel Valide Sultan'ı da analım burada. Çünkü, oğlunun tersanelerde yaptığı modernleştirmelere, o da bir kızak yaptırarak katkıda bulunmuş. Osmanlı'nın ilk zırhlı gemisinin inşa edildiği Valide Kızağı, Tersane İstanbul Projesi'nde, dünya mutfaklarından lezzetler sunan restoranlara gelenlere hizmet edecek.


Dönemine göre kayıklar ya da gemiler karada tersane gözlerinde imal edilip, kızaklara çekilirmiş. Avrupa'da gemiler havuzlarda yapılmaya başlandığında, Tersane i Amire'de de havuzlar yapılmaya başlanmış. Keresteler Anadolu'dan, taşlar İstinye'den geliyormuş. Tersane havuzlarının yapımında, suyun içinde sertleştiği için, harca Vezüv'den getirtilen volkan külü katıldığı da yeni öğrendiklerimden. 


Tersanelerden biri olan Taşkızak Tersanesi'nin ilk üç havuzunun taşları nereden gelmiş biliyor musunuz? Güllük yakınlarındaki Bargilya antik kenti harabelerinden, yani öylesine antikti tersanelerimiz. Adı üstünde, Taşkızak. (Yeri gelmişken ek bilgi: Haydarpaşa Mendireği'nde de bir antik kentin taşları yatıyor.)


Anmadan geçmeyeceğimiz bir kaç tarihi isim  var tersaneler deyince. Mesela, semte adını veren, güzel de bir cami yaptıran ( Cami i Kebir/ Büyük Cami) Kaptan ı Derya Güzelce Kasım Paşa ve Çerkes asıllı (Gürcü diyenler de var) önce köle , sonra asker olan, yanında aslanıyla dolaşan Palabıyık lakaplı Kaptan ı Derya Cezayirli Hasan Paşa.


Kaptan Paşa'lar tersanede bir sarayda yaşar, tersane ve donanma işlerini Divanhane'de görürlermiş. 'Kaptan Paşa'lık yerini daha sonra Bahriye Nezareti'ne bırakmış. Osmanlı dönemindeki beş divanhaneden bir tanesi günümüze kalmış. Haliç'in kıyılarını süsleyen en güzel binalardan olan, dolgu alanına 7 bin kazık çakılarak, mimar Sarkis Balyan tarafından yapılan eski Divanhane, bir dönem Kuzey Deniz Saha Komutanlığı idi. Uzun bir süre, üzerinde bir sundurma ile bekleyen bina, sonunda restore edilerek, son cumhurbaşkanının adını taşıyan müze olma hazırlığında ilerliyor.


Tarihin sayfalarına dönelim tekrar, bir de sansasyonel isim var, onu da yazalım ki döneminin Osmanlı profilinin renkleri ortaya çıksın. Maymunkeş Abdülkerim Efendi. Reşat Ekrem Koçu der ki: Yelken ve kürek devri gemiciliğinde, eğitimli maymunlar, direklerin tepesine tırmanıp, korsan gözcülüğü yaparmış." O nedenle, bir dönem tersane civarında maymun satan dükkanlar çoğalmış. III. Murat zamanında geçen bu olayda, Fatih Camisi'nde bir vaaz sonrası, başına yüzlerce kişiyi toplayan Abdülkerim Efendi; kadınların, maymunları fuhuş için! kullanacağını söyleyip, yanındakilerle Azapkapı'daki maymun dükkanlarını basıp, maymunları idam etmişler. Böylece adı da Maymunkeş Abdülkerim Efendi olmuş.


Kalıntıları yakın tarihlerde ortaya çıkmaya başlayan, tersanenin meşhur zindanlarından bahsetmeden geçmek olmaz elbette. İki, üç yıl kadar önce benim de tesadüfen geçerken caddeyle tersane duvarı arasında ne olduğunu anlayamadığım tonoz, meğer zindanın bölümlerinden biriymiş. 


Bizans zamanında da varlığından bahsedilen zindanların adı San Pavla olarak da geçiyor.  Evliya Çelebi, Sanbola Zindanları diye bahsettiği bu zindanlarda 31 bin forsa ve esir olduğunu, "zeyrek kuşu olsa kaçamaz" diye vurguladığı zindanın etrafının, yüksek duvarlarla çevrili olduğunu, pencere olmadığını, üç bölümden oluşan zindanda bir bölümde gemi yapımında çalıştırılanlar, bir bölümde bir işi olmayıp kürek çekmeye mahkum olanlar, bir bölümde de hastane olduğunu yazmış. 


Ayrıca komplekste mescit, fırın, mutfak, hamam ve çeşme olduğunu,  zindan hakkında yayılan korkunç iddialara karşın burada tutulan forsa ve esirlerin dini inançlarına saygı gösterilip gayrimüslimler için de kilise (şapel) bulunduğunu, kendine özgü diliyle anlatmış. 


Zindan hakkında okuduğum yazılardan aldığım notlar arasında, bütün mahkumların kayıt defterlerine geçirildiği, geçirilirken de "orta boylu, sarı sakallı, Yorgi veled i Petro" gibi açıklamalar yapıldığı, ölenlerin ise, hemen arkadaki mezarlıkta çürüklük denen bölüme, din ayrımı yapılmadan gömüldüğü bilgileri var.


Zindanda görev yapan Osmanlı güvenlik sınıfının, zindanların arkasında kurulan mahallede oturduğunu, semtin adının Badulla (Badulla, zindan bekçisi demekmiş, 'Mostari' de, köprü bekçisi idi) olduğunu Evliya Çelebi Seyahatnamesi'ne yazmış. Günümüzde, Kasımpaşa'da bu bölgede bir sokağın ve büyük mezarlığın adı da Zindanarkası.


Hatıratlarında bu zindanı anlatanlardan biri de, Papalığın bir heyeti ile, 16. yüzyılda geldiği İstanbul'da zindana atılan Alman Siedel. Siedel, o günleri Sultan'ın  Zindanı adlı hatıratında anlatırken, "Köleler ve suçlular zindan içinde de birbirlerine zincirlenmiş olarak yaşarlardı." Zindandaki her odaya anılarında hücre diyen Siedel, odaların çok küçük olduğunu anlatırken "Hücre içinde ayakta kalmak veya yürümek mümkün değildi, hücre içinde ya tutsaklar oturuyor ya da yatabiliyordu. Ayrıca zindan duvarları çok yüksektir ve gece gündüz zindan nöbetçiler tarafından korunmaktadır. Yüksek ve kalın duvarlarla çevrilen zindanın üst kısmı, tıpkı koyun ağıllarında olduğu gibi çatı ile örtülmüştür." diye tarif etmiş.


Evliya  Çelebi'nin ve Siedel'in anlattığı ünlü zindandan, geriye kalan hücre, mahzen ve dehlizlerin, Zindanarkası, Bahriye Hastanesi, Aynalıkavak Kasrı, hatta Hasköy altlarına kadar uzandığı söyleniyor. Yıkılan karakolun karşındaki eski evlerin altında bu tünellerin uzantı ve kalıntıları hala durduğunu söyleyenler de var.


Gelelim yine bizim de yaşayıp, tanık olduğumuz yıllara. 1980'lerde tersaneye verilen önem azaldı, yatırım gelmedi, 90'larda neredeyse kapatılması gündeme geldi. Çünkü yeri çok cazipti, hatta bir dönem, gemilerin tersaneye girmemesi  (!) için Galata Köprüsü gemi geçişine açılmadı. (Yeni yapılan köprünün hidrolik sisteminde arıza, açılırsa bir daha kapanmayabilir düşüncesi, yapımcı ortaklığın, Belediye ve Karayollarıyla ihtilafları vs. vs. nedenleriyle)


Gemiler parçalandı jilet oldu, tersaneler taşındı ve nihayet adım adım Haliç Port ya da yeni adıyla Tersane İstanbul Projesiyle, Camialtı ve Taşkızak Tersaneleri'nin 250 dönümlük arazisi 'şehrin yeni kalbi' sloganıyla yendi. 


Elimizde kalan Haliç Tersanesi'nin üç kuru havuzunda  gemi, römorkör üretiminin yanı sıra deniz taksilerin imali de devam ediyor. Tarihi Paşabahçe Vapuru da Haliç Tersanesi'nde onarılıp, yakın zamanlarda yeniden seferlere başladı. Dışarıya da hizmet veren tersanede, İlhan Koman'ın 37 metrelik, 1905 İsveç yapımı teknesi Hulda'sı da konuk olmuş. Edirne doğumlu uluslararası heykeltraşımız İlhan Koman'ın çocukluğunda  deniz sevgisinin başlayıp maket gemiler yaptığı konağı, yakın zamanda gezdiğim için eklemek istedim.


Ve bu yılın (2023) başında, ocak ayında uğradığım, bir yandan restorasyon ve inşaatlar sürerken, bir yandan da Okmeydanı SSK Hastanesi ek hizmet binası olarak kullanılan, Kasımpaşa deyince ilk akla gelen yerlerden olan Kasımpaşa Deniz Hastanesi'nden de bahsedip, Haliç'in kuzey kıyılarından şimdilik ayrılayım.


Denizden bakıldığında bir tepenin üzerinde yükselen, saat kuleli  ilk bina, II.Mahmut zamanında Bahriye Mektebi olarak yaptırılmış. Daha sonra eklenen binalarla işlevi değişerek Deniz Hastanesi olmuş. Bakalım süren restorasyon ve inşaat çalışmaları bittiğinde fonksiyonu ve kullanımı nasıl ve kimlerde olacak.


Not: Mayıs 2022'de Taşkızak Tersanesi'ndeki etkinlik (  Contemporary İstanbul'un ön ayağı olarak CI Bloom) sonrasında yazmaya başladığım bu yazıyı hazırlarken, internette bir çok kaynaktan bilgi aldım. 


Kasımpaşa hakkında hazine değerinde bilgiler paylaşan sayın Yazgılı Sebahattin'nın FB sayfasından da, tersane zindanlarıyla ilgili bazı alıntılar yaptım. Kendisine teşekkür ederim.

Yorumlar