Fransa'da, kadınların pantalon giymesinin yasak olduğunu, şunun şurasında sadece on yıl önce, Şubat 2013'te, Kadın Hakları Bakanı tarafından, İnsan Hakları'na aykırı bulunduğu için kaldırıldığının açıklandığını, Fredrich Chopin sayesinde daha yeni öğrenmiş bulunuyorum.
Chopin'e sardığım şu sıralar, erkek adı kullanarak yazan Fransız yazar George Sand'la olan beraberliğini daha derinden eşelerken, Sand'ın sadece adının değil, pantalon giyip, o zaman uygun olmamasına rağmen herkesin içinde sigara içmek gibi erkeksi tavırları olduğunu biliyordum da, klasik müzik ansiklopedisi gibi olan Serhan Bali'nin, "Yasak olmasına rağmen" cümlesine takılıp, "nasıl yani, pantalon giymek yasak mıydı?" merakına kapılıyorum.
Evet, öyleymiş, daha doğrusu, Fransa'da 1799 yılında çıkarılan bir kanuna göre, kadınların erkek kıyafeti giyebilmesi için polisten izin alması gerekiyormuş. Kanun, daha sonra biraz sulandırılarak, 1892'de ata binerken, 1909'da da bisiklete binerken, bu hakkı kadınlara tanımış.
Fransız kadınlar bu kanunu pek takmasa da, 2012 yılında kabine toplantısına jean pantalonla gelen kadın bakan, bayağı bir sansasyona sebep olmuş ve bir sonraki toplantıya döpiyesle gelmiş. İşte modanın merkezi, batının aydınlık ülkesi Fransa'da, kadına bu eşitlik hakkı, kanunen ancak on yıl önce verilmiş. Bir kez daha anladım ki, çoook büyüksün sen Ata'm.
Fransa'yı ayıbıyla bırakıp, yazımızın konusu Chopin'in kalbini bıraktığı Polonya'ya geçelim biz. 2019 yılı, Temmuz ayında, üç gün kaldığım, büyük bestecinin ise, ömrünün ilk yirmi yılını geçirdiği (otuz dokuz yaşında hayata veda etmiş) başkent Varşova'da, onu anımsatan o kadar çok şeyle karşılaşmak mümkün ki.
Kaldığımız evden, şehrin ünlü caddesi Krakowskie Przedmiescie'ye yürürken yakınından geçtiğimiz Sakson Bahçeleri, bir zamanlar Chopin'in Fransız olan babasının öğretmenlik yapıp, lojmanında kaldıkları Sakson Sarayı'nın olduğu yerdi. II. Dünya Savaşı'nda tüm Varşova gibi orası da yerle bir olduğundan, geriye Chopin'in de çocukken koşturduğu bahçe kalmıştı.
Lazienki Park'ta, havuz başında, kırık bir ağacın altında gözleri kapalı oturan Chopin heykelinin etrafında (1926'da yapılan heykel de II.Dünya Savaşı'nda tahrip olduğundan yenilenmiş) 1959 yılından bu yana, her pazar iki kez (12 ve 16'da) bir Chopin yorumcusu konser vermeye devam ediyor.
Bir çok yerde, programlarını Chopin etüdleri, prelüdleri, mazurkaları, polonezlerinin oluşturduğu, küçük oda konserleri afişlerinin karşınıza çıkması da olağan. Bir akşamüstü son anda farkedip, peşinden gittiğim bir afişten bana kalan, sessiz,çsakin kemerli dar ara sokakların, başarılı restorasyonlardan geçmiş evlerin arasından geçip, 19. yüzyıl havasını yaşamak oldu. Chopin ezgilerini dinlemek, Krakow'da bir kilisede kısmet olacaktı.
Chopin, doğduğu şehirden yirmi yaşında ayrılıp, önce Viyana'ya sonra Paris'e gitti. Varşova'da daha sekiz yaşındayken sarayda konser verecek kadar dahi bir piyanistti.
Zaten, konservatuardayken hocaları, bizim sana öğretebileceğimiz bir şey yok artık diyorlardı.
Polonya hep istilaya uğramış talihsiz bir ülkeydi. Chopin'in Viyana'ya gidişinin hemen ardından, Ruslara karşı Varşova Ayaklanması olmuştu. Avusturya'da Habsburglar'ın, Lehlere duyduğu antipati ve Chopin'in Viyana'da düşündüğü müzik ortamını bulamaması sonucu, orada sadece bir yıl kalıp, Paris'e gitmeye karar verdi. Paris'te, bir Polonya diyasporası (Başta, Polonezköy'ün kurulmasında öncü olan Adam Czartorisky olmak üzere. Polonezköy'ün ilk adı ona ithafen Adampol idi) da oluşmuştu. Chopin burada kollandı, çağrıldığı zengin evlerinde konserler ve dersler verdi. Bohem bir hayat yaşamaya başladı.
George Sand ile, Liszt'in asil bir aileden olan metresinin evinde tanıştıklarında, Chopin onun için 'Bu nasıl bir kadın, erkeğe benziyor' diye düşünürken, Sand da hastalıklı zayıf bir bünyesi olan Chopin' i feminen bulmuş, yani birbirilerinden pek de hoşlanmamışlardı.
Sand otuz iki yaşında, iki çocuklu, eşinden ayrılmış, kitapları yayınlanmış tanınmış bir yazar, Chopin yirmi altı yaşında, biraz hastalıklı yapısı olan, çekingen, kitap değil gazete okuyan bir piyano dehasıydı. Sand istedi (ve diretti,bence) beraberlikleri başladı.
Benim şu anda, beş metre ötemde kımıltılarını görüp, duyarak bu satırları yazdığım coğrafya gibi (Ben Kaş'tayım, orda bir başkayım 😍), onlar da, Chopin'in sağlığına iyi gelir düşüncesiyle, kışı geçirmek, Akdeniz güneşinden faydalanmak üzere, Mayorka Adası'na gitmeye karar verdiler. Belki de Sand karar verdi, Chip Chip (Sand Chopin'e böyle hitap ediyormuş. Chopin de ona ilk adı olan Aurore diyormuş) tamam dedi ve gittiler.
Valledemossa, uzaktan görüp, transit geçtiğim, sonradan gitmediğime çok üzüldüğüm, Mayorka'da bir köy. Chopin ilk gittikleri günlerde, (Kasım 1838'de) bir arkadaşına yazdığı mektupta orayı şöyle anlatmıştı : Gök turkuaz, deniz mavi, dağlar yeşil, güneş parlıyor. İnsanlar yazlık kıyafetlerle, çünkü sıcak. Geceleri saatlerce şarkı ve gitar sesleri duyuyorum. Asmaların sarktığı, büyük balkonları, evlerin duvarlarında Arap hakimiyeti var. Bana Afrika'yı anımsatıyor.
Ama daha sonrasında günler çok da keyifli geçmiyor. Hem o yıl çok yağmur yağıyor, kaldıkları ev rutubet alıyor, hem de katolik olan halk kiliseye gitmeyen, evli olmayan bu çifte iyi davranmıyor. Onlar da, orta çağdan kalma Cartuja Manastırı'nda (2 ve 4 numaralı odalar) kalmaya başlıyor, kışı orada geçiriyorlar. Chopin'in hastalığının artmasıyla ona bir anne, bir hemşire gibi bakan Sand, o günleri daha sonra romanlaştırıyor. Arkadaşları tarafından eleştirilse de, Chopin, kitabı beğendiğini söylüyor. Mayorka'daki manastırda kaldıkları iki ayrı oda, günümüzde Chopin hayranlarının ziyaretine açık.
Paris'e döndüklerinde, Sand'ın büyükannesinden kalan, Paris'in güneyinde Nohant Çiftliği'ne yerleşiyorlar. Chopin'in en verimli dönemlerini geçirdiği bu çiftlikte, sallondaki oval yemek masasında Turgenyev'den Balzac'a, Flaubert'den Delacroix'ya arkadaşları da ağırlanır. Delacroix, Chopin ve Sand'ın yan yana olduğu bir tablo yapar.
Chopin ve Sand, 1838 kışından 1847 yazına yılına kadar beraber olurlar. İlişki zorlaşmaya, Sand'ın kızı Solange yüzünden tartışmalara sebep olmaya başlayınca, Sand bir mektup yazarak, buraya kadarmış der. Ayrıldıktan sonra George Sand, Chopin'i hayatından tamamen sildiği gibi, ne hastalığında yanına gider, ne de mezarına. Ona yazdığı mektupları da yakar. (Burayı ben de merak ettim. Mektuplar bir şekilde A.Dumas'nın oğlunun eline geçmiş. Sand bunu öğrenince, mektupları ondan almış)
Bohem hayatı yaşamayı seven Chopin'in paraya ihtiyacı olduğundan ders vermeye devam eder. Ders verdiği ve hayranı olan İskoçyalı zengin bir kadınla birlikte İngiltere'ye giderler. Orada zenginlere ders verir, ancak sekiz ay sonra Paris'e dönerler. Chopin, Sand'dan ayrıldıktan sonraki hayatı, sadece iki yıldır.
Leh dilinde yazarsak, Fryderyk Franciszek Chopin (ki bu da sorun olmuş, Varşova'daki havaalanının adının Fransızca Frederic Chopin olarak yazılmış olması, Polonyalıları çok kızdırıyormuş, Chopin'in 200. Doğum Yıldönümü'nden önce değiştirilmiş 😊) 1949 yılında hayata veda ettiğinde, vasiyetinde otopsi yapılmasını istediği, vücudu Fransa'da kalsa da, kalbinin, ayrıldıktan sonra bir daha hiç gitmediği vatanı Polonya'ya ulaşmasını ister.(Mezarı, Paris'te, ünlü Pere Lachaise Mezarlığı'nda)
Ablası Ludviga, kalbi konyak dolu bir kavanoza koyarak, paltosunun içinde saklayıp, Rus işgali altındaki ülkesine götürür. Kalbin ne zaman Kutsal Haç Kilisesi'ndeki kolonun içine yerleştirildiğini bulamadım ama, II. Dünya Savaşı'nda Hitler Varşova'ya bomba yağdırırken, Chopin hayranı bir Nazi subayının kalbi sakladığı ve savaştan sonra da Polonya'ya verildiğine dair bir söylentiye! rastladım.
2017 yılında, bir bilim adamı heyeti, kavanozun kapağını açmadan çekilen yüksek çözünürlüklü fotoğraflarını inceleyerek, otuz dokuz yaşında hayatını kaybeden Chopin'in ölüm nedeninin kronik tüberküloz olduğunu kesinleştirdi.
George Sand, yasak tanımayan kadın, Chopin'den sonra yirmi yedi yıl daha yaşadı. Chopin'den önce de aşkları olan Aurore'un son aşkı, oğlunun kendinden on beş yaş küçük arkadaşıydı ve ölümüne kadar on beş yıl sürdü. Yetmiş iki yaşında hayatını kaybeden Sand'ın mezarı, doğduğu yer olan Nohant'da.
Berlin'den trenle geldiğimiz Varşova'yı, araya bir Krakow sokarak, Fryderyk Chopin Havaalanı'ndan yağmurlu bir günde terkederken, Varşova'da iki yıl dokuz ay orta elçilik yapan Yahya Kemal Beyatlı'nın, orada yazdığı tek şiir olan Kar Musikileri'ni, uçak kalkmadan son çağrı olarak buraya yazalım mı?😊 (1927 yılında, Varşova'da karlı bir akşam gittiği Ermeni Lokantası'nda çalan Tanburi Cemil Bey'in bir eserini dinleyip, İstanbul özlemi coşan Y.Kemal diyor ki:
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu:
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı
Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı
Bir erganun ahengi yayılmakta derinden
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Birdenbire mes'udum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık.
Yorumlar
Yorum Gönder