26-27 nİSAN 2014 TRİNİDAD
Santa Ana Kilisesine doğru yürüyoruz. Burası dar bir sokak değil, oldukça geniş. Tek katlı evlerin duvarlarına güneş vuruyor. Kapı önlerinde konuşmalar, yoldan geçerken birbirine laf atmalar. Küba'da hayat kapının önünde yaşanıyor. ''Oda mı arıyorsunuz, gelin'' diyor, kucağındaki çocuğun torunu olduğunu söyleyen genç anneanne. Trinidad sokaklarında da sürekli öğrencilere rastlıyoruz. Bej rengi forma ve beyaz gömlek giyiyorlar.
Ardına kadar açık bir kapı ve zaten camı olmayan, pancurları da açılmış bir pencereye ilişiyor gözümüz. Duvarlar, yerler, koltukların üzeri tablolarla dolu. Pencerenin hemen önünde sallanan bir koltuk. Yerdeki çinilerin desenleri de tablolara fark atıyor. Eski bir iki kanepe, üzerinde tablolar olan bir masa. Yerler ıslak ve elinde resim değil yer fırçası olan uzun boylu, çikolata tenli ev sahibi. ''Benim tablolarım'' diyor. Naif figürleri var tabloların. Sohbet ve pazarlık sonucu hoşumuza giden bir tabloyu alıyoruz. Kasnağından çıkartıp, rulo yapıyor ve sert bir muhafazanın içine yerleştiriyor. Ressamımızın adı Belkıs. Küba'da bir Belkıs. Evindeki eşyalara baktığımızı görünce, evin de eşyaların da yüz yıldan daha eski olduğunu söylüyor.
Santa Ana Meydanı'nda kiliseyi görüyoruz. Beyaz boyaları soyulmuş, terkedilmiş, harap bir hali var. Kilise artık kullanılmıyor. Ama meydanda duruşu etkileyici, bana kovboy filmlerindeki Meksika köylerinin kiliselerini hatırlatıyor. Meydanın köşesindeki kaldırımda şişman bir kadınla, elinde baston, yanında da kuş kafesi olan yaşlı bir adam sohbet diyor. Elimizdeki haritada göremediğimiz bir sokağın adının soruyoruz onlara. ''Çoook uzak buraya'' diyorlar ve arkasından ''şampuan, sabun var mı?'' sorusu geliyor. Küba'ya gidenlerin hep yazdığı bir konu olduğundan, yanımızdaki otel malzemelerini veriyoruz torbayla.
Plaza Mayor'a yani Büyük Meydan'a dönüyoruz, ara sokaklara girip çıkarak. Evlerden müzik sesi geliyor. Meydanın biraz ilerisinde küçük bir pazar yeri var. Turistlere yönelik hediyelik eşyalar satılıyor. Bira kutusundan yapılmış eski model arabalar, karpuz çekirdeklerinden yapılmış kolyeler, tahta oyma figürler, danteller, işlemeli örtüler, tişörtler, tablolar. Bir yandan üretip, bir yandan satıyorlar. Meydanın aşağısındaki sokaktan at arabalı bir satıcı geçiyor. Sürücüsü arabasında ayakta duruyor. Arkasından bisikletli bir satıcı. Bisikletinin arkasına eklediği sepetin içinde meyveleri kaybolmuş, gözükmüyor. Ama bağırıyor ''Esto buono mangoooo''
Romantik Müze'yi geziyoruz, kilisenin hemen yanındaki. Brunetti ailesinin 1800'lü yılların ikinci yarısında yaşadığı. Çekoslovakya'dan avizeleri, Fransa'dan porselenleri, Viyana'dan mobilyaları, İtalya'dan carrera mermerlerinin getirilip döşendiği iki katlı ve iç avlulu Trinidad'ın en güzel ve büyük evi burası. Pencereler camsız. Işığı içeri alan ama rüzgarı almayan bir pergole sistemi ile yelpaze şeklinde pancurlar oluşturulmuş. Ev güzel, ama ev sahiplerinin kaderi pek güzel olmamış.
Canchanchara Bar'da Trinidad'ın özel içkisi canchanchara içiyoruz. Bal ve romla yapılan bu içkiyi mojitodan daha çok beğeniyorum. Küba'da canlı müzik olmayan bar ya da restoran yok diyebilirim. İki kişilik bile olsa bir gurup mutlaka müzik yapıyor. Tabi en çok çalınan iki şarkı var. Sanırım müzisyenler artık rüyalarında bile ''Hasta siempre'' ve ''can can'' ı söylüyorlardır.
Yemekten sonra gece, Plaza Mayor'un merdivenlerinde oturup, müzik ve mojitoyla başlıyor. Gündüz pek kimsenin olmadığı merdivenlerde gece oturacak yer zor buluyoruz. Müzik tabii ki canlı, ama hava hafif serin. Bir saat kadar sonra kapalı bir yerde geceye devam edelim diyoruz ve Casa de la Trova'ya gidiyoruz. Canchancaralar devrilmeye devam ediyor. Müzik ve dans zaten hiç bitmiyor. Kulübün elemanı çoğu yaşlı dans ustası, müşterileri sürekli dansa kaldırıyor ve usanmadan ritmleri gösteriyor. Bazı müşteriler ise Küba'lılardan ayırt edilmeyecek kadar güzel dansediyor.
Casa de la Trova'da mutfaktan yeni çıkmış bir ev kadını havasındaki kıyafetiyle, gözleri kapalı, ama tüm vücuduyla tempo tutup yaşayarak caz ritminde söylediği şarkılarıyla Liya'ya hayran oluyorum. Gözlerimi hiç ayırmadan nasıl dinlemişsem, hiç göz göze gelmemiş olmamıza rağmen şarkıları bitince masamıza gelip tüm sıcaklığı ve samimiyetiyle ''sizden acaip elektrik aldım, Kanada'lı mısınız?'' diyerek hepimize sarılıyor.
Selma Hayek'in daha şişman ve bakımsızı Liya'yla hatıra fotoğrafı çekiyoruz. İki dakikanın içinde bir sürü şey anlatıyor, ingilizceyi kendi kendine öğrendiğini söylüyor. Biz kulüpten çıkarken o da tek başına evine doğru yürüyor. İmzalatıp aldığımız CD'leri, ondan ve Trinidad'dan birer hatıra olarak kalıyor. Vakit gece yarısını çoktan geçiyor, otele dönüyoruz.
Trinidad'ın geceleriyle gündüzleri birbirine fark yapıyor. Estetik demir korkulukları, lambaları, tazı heykelleriyle süslü parkı ve merdivenleriyle Plaza Mayor, Romantik Müze, Santissima Kilisesi, 19. yüzyıl konakları, taş kaplı sokakları, renkli tek katlı evleri ile eski şehir merkezi Unesco Dünya Kültür Mirası Listesinde.
Otelimiz eski şehir merkezine 16 km. mesafede Ancon yarımadasında aynı adlı sahilde Club Amigo Costa Sur. Bungalovda kalıyoruz. Bordo boyalı ve iki odalı evimizin hemen önü kumsal. Sabah yataktan kalkıp kendimi Karayip Denizi'nin sularına bırakıyorum. Kahvaltıdan sonra ise deniz, güneş ve mojito devam ediyor. Trinidad'ta iki tam gün kalıyoruz. Öğleye kadar denize girme lüksümüze, bir de öğle yemeği olarak istakoz yeme lüksü ekliyoruz. Herşey dahil otelimizin açık büfesinde jumbo karidese de yer var, ama istakoz ziyafetinin adresi plajın devamında.
Otelin 100 - 150 metre kadar ilerisinde palmiyelerin altında güneşlenirken, bir istakoz tabağı isteyip istemediğimizi soran mavi gözlü, bizim dolmuş kahyalarına benzeyen yakasında görevli kartı olan melez Küba'lıya, tamam diyoruz. Saat kaçta istediğimizi de sorup, para almadan ortadan kaybolan kırmızı gömlekli kahyamız, acaba gelecek mi diye, günümüze ayrı bir renk katarken, denizin dibinin renklerini de yaşıyoruz. İstediğimiz saatte yanında Küba'nın ünlü birası Bucanero eşliğinde, garnitürleriyle istakozlarımız streçle sarılmış büyük tabaklarda hoş bir sunumla geliyor. Taze, leziz ve doyurucu istakozlarımızı denizin kıyısında, kumların üstünde ve palmiyelerin altında yiyoruz.
Camagüey'den Trinidad'a gelirken Unesco Dünya Kültür Mirası listesine alınarak sit alanı ilan edilen Valle de los İngenios'a (Şeker Fabrikaları Vadisi) uğramıştık. Burada, sömürge döneminde büyük toprak sahiplerinin ''hacienda''denilen çiftlik evlerinden birini ziyaret ediyoruz. İznaga ailesinin çiftliğinin Torre de Manaca İznaga adı verilen 40 metrelik kulesinden, onlar köleleri izlermiş ama biz vadinin güzelliğini izliyoruz. Şehre 10 km.mesafedeki İznaga'ların haciendası, Castro Küba'sının restoranlarından biri olarak hizmet veriyor.
Bir sonraki şehrimiz Fransızların kurduğu, yine deniz kıyısında bir şehir Cienfuegos.
Yorumlar
Yorum Gönder