Mayıs 2013
Bir nehrin rengi bu kadar mı güzel, suyu bu kadar mı bol olur? Saraybosna'dan Mostar'a doğru dağlık bir arazide, enfes doğa mazaraları seyrederek otobüsle yol alıyoruz. Üç saate yakın sürecek yolculuğumuz. Otobüs bir hayli eski püskü. Sevdalinka havaları dinliyoruz. Ama Neretva nehrinin zümrüt yeşili hep ağır basıyor. Bir iki yerden daha kollar ekleniyor. Daraldığı yerlerde ''burada ne güzel rafting yapılır'' dedirtecek çavlanlar oluşuyor. Daraldığı yerlerde diyorum, çünkü nehir bazen '' yoksa burası bir göl mü?'' dedirtecek kadar genişliyor.
''Yeşil gözler, yeşil gözler
Neretva yeşili gözler.''
Yolculuğun sonuna yaklaşıp Neretva'nın bir kıvrımını daha dönünce Mostar Köprüsü'nü göreceğimi sanarak, hayal kırıklığı yaşıyorum. Google haritaları inişi çıkışı, dağı ovayı da göstermiyor ki, avucunun içi gibi biliyorum sandığın köprüyü de göresin. Mareşal Tito Caddesi'nde terminalde inip, valizlerle bir kilometrelik yolu yakın sayıp, Mostar Köprüsüne beş dakika meafedeki küçük otelimize yerleşiyoruz. Hatta otel değil, otel havasında pansiyonumuza yerleşiyoruz. Çok yeni ve çok temiz. Hamile genç otel sahibemizin adı Leyla. Kendisini tanıtıyor, bilgi veriyor, sonra da dış kapının anahtarını uzatıyor. Yurt dışında ilk defa dış kapı anahtarına da sahip olduğumuz bir yerde kalacağız.
''Mostar kışa erken giriyor.
Coca-cola tabelası kalktı.
Dondurmacı üç gündür kapalı.
Leyla açık.
Kahvem torpilli. İki lokum,
Yanında, Duble Rakiya.''
Saraybosna'da olduğu gibi, Mostar'da da İstanbul'da olmayan (belki Sultanahmet'teki Arasta biraz) çok iyi korunmuş bir Osmanlı çarşısı var. Bütün gezilecek yerler, Mostar Köprüsü'nün birbirine bağladığı, insanların yürüye yürüye adeta cilaladığı, taş döşeli bir cadde üzerinde sıralanıyor. Hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, birkaç cami ve müze. Ve bir taş. Üzerinde ''DON'T FORGET'' yazan bir taş. ''Unutma'' diyor sadece, o kadar. Zaten başını kaldırıp, karşıdaki Hum tepesinin zirvesine bakınca ve doksanlı yılların başlarında izlediysen haberleri, sen de unutmuyorsun, hatırlıyorsun, şimdi kocaman bir hac dikili olan tepeden, keskin nışancıların Mostar'a, Hırvat tanklarının köprüye ettiklerini.
''Galata Köprüsü yaralandı.
Yer değiştirdi.
Çürümeye terk edildi.
Mostar KöprüsüÖldürüldü
Küllerinden yeniden doğurdular yenisini.''
İşte bu caddede biz de ritüele bırakıyoruz kendimizi. Kalabalığa karışıyoruz. Yol bizi Mostar'ın Köprüsü'ne götürüyor. Hiç yakından gördünüz mü bilmem, köprünün döşeme taşlarını, ilginçtir. Bir adımdan biraz da daha geniş aralıklarla dişler vardır, enlemesine. Cilalı gibi pırıl pırıl yanar, bej rengi taşlar. Bu satırlar Türkiye'de yaşayan bir Bosnalı'dan :
''Köprünün taşları çok özel, bana söylendiğine göre ki bende çeşitli kaynaklardan öyle duymuştum, köprü savaş sırasında yıkıldıktan sonra onarılırken ilk yapımında kullanılan taş ocağından tekrar taş getirilmiş. Öyle bir taş ki üzerinde kaymanız için kar ve buz olmasına gerek yok normal yürürken de her an kayabilirsiniz mermer gibi ( ben uzun seneler önce aralarındaki yükseltilere rağmen birkaç kez kaymıştım da :) arkamdaki gençler Boşnakça, benim Mostar'lı olmadığımla ilgili espri yapıp gülmüşlerdi)''
Köprüye yaklaştığımızda balıkadam kıyafetii giymiş bir genç, başından aşağı bir pet suyu boşaltıyor. Sonra da tam köprünün ortasında korkuluklara çıkıyor. Yıllar önce seyrettiğim bir filmi hatırlıyorum. Savaş sonrası çekilmiş, ama savaştan önceki yılları anlatan. Yılın şampiyonunun seçildiği köprüden atlama yarışlarında, Hırvat'ın Boşnak'ın dost olduğu yılları.
''İngilizler.
Birinci kadın 'Aaah, köprü buradaymış'
İkinci kadın 'O da nasıl oldu'
Köprüden geçenler Amerikalılar,
Göz göze gelince (mesela benle) ince tebessüm
Türkler,
dik bakış.
Çoğunluk
Göz kaçırmak.
Mostarlılar
Kendi alemlerinde.''
Günümüzde turistik bir olay artık köprüden atlamak. Genç biraz oyalanıyor atlamadan önce, kalabalık toplanıyor köprü üstünde ve etrafında. Seyirciyi yeterli görünce bırakıyor kendini, yirmidört metreden, çivileme. Akıntı biraz sürüklüyor, sonra kıyısına çıkıyor, soğuk suyunu daha sonra benim de hissedeceğim Neretva'nın.
''Dükkan sahiplerine göre en çok para bırakan Türkler.
En çok, en büyük, en pahalı fotoğraf makineleri Türklerde.
En çok birbirlerinin fotoğrafını çeken Türkler.
Dalıcılara en az para verenler de.
Türk grubu Ermin'in atlamasını bekliyor
Ermin köprünün ucunda.
Atladı atlayacak.
Heyecan doruk noktasında.''
Güneş sarıdan turuncuya dönerken Köski Mehmet Paşa Camisi'nin Mostar Köprüsü'ne bakan bahçesindeyiz. Köprünün en güzel fotoğrafları buradan çekiliyor. Alıyoruz arka fonumuza bir Dünya Kültür Mirasını, Mostar hatırasını da çektiriyoruz. Artık sıra karnımızı doyurmakta. Bosna'da bu konuda fazlasıyla şanslıyız, eğer vejeteryan değilsek. Ama bence o ''cevapi'' dedikleri köftelerden yemek için, vejeteryanlığa kısa bir ara bile verilebilir.
'' 'Mostar denince önce aklıma ışık gelir' demiş
Drina Köprüsü'nün yazarı Ivo Andriç''
Saraybosna'da iki öğün köfte yiyince, Mostar'da tercihimizi Bosna mutfağından farklı lezzetlere bırakıyor, yer olarak da Şadırvan Restoran'ı tercih ediyoruz. Begova (bey) çorbası, sahan dolması, polenta ve elmalı bir tatlı olan tufahija. Yemekler de, servisi yapan sevimli, çalışkan, neşeli garson da Mostar'da keyifli hatıralar bırakıyor.
Sabah kuşu ben, altıda yine safarideyim. Önce akşam önünden geçerken bahçesinde oniki onüç yaşlarındaki kızların sıra halinde çimlerin üzerinde perende attıkları bahçede gözüme ilişen taşları inceliyorum. Plakette taşların Mostar Köprüsü'nün orijial taşları olduğu yazıyor. Sonra Şadırvan Restoran'ın yanından aşağı doğru uzayan yolu takip ediyorum. Mostar köprüsünün prototipiyle karşılaşıyorum. Köprü hakkında bilgi veren yazı tabelasının başında, kasketli ellerini arkasında bağlamış, yaşlı bir bey var. Dalgın dalgın bir köprüye, bir yazıya bakıyor. Sonra elleri yine arkasında bağlı, köprüden karşıya geçiyor. Bu köprü gürül gürül akarak Neretva'ya katılan küçük bir derenin üzerinde.
''Neretva adı İlliryalılar'dan gelme. Güçlü demekmiş.''
Evlerin arasından Neretva'nın kıyısına iniyorum. Su hızla akıyor, yemyeşil, tertemiz. Birkaç ördek var yüzen. Sola, yukarıya doğru baktığımda, farklı bir açıdan Mostar Köprüsü. ''Bu fotoğrafı nereden çekmişler acaba?'' diye beni düşündüren yerdeyim. Suya doğru inen üç basamaktan, su seviyesinin üzerinde olanına iniyorum. Kaç poz çektiğimi bilmiyorum ama, başımı aşağıya indirdiğimde ayaklarım suyun içinde olduğunu görüyorum. Karlı dağların suyu, buz gibi yapmış Neretva'yı.
''Nehre girdim
Su berrak
Su soğuk
Akıntı götürebilirdi
Lağım kokuyor olabilir mi?''
Şehrin kuzeyini gezmek için Mostar Köprüsünü geçip, Mareşal Tito Caddesi'ne çıkıyorum. Sağa doğru yol boyunca ilerliyorum. İkisinin büyüklük ve gösterişinden, savaştan önce bir kamu binası olduğu belli olan, duvarları kurşun delikleriyle dolu binaların önünden geçiyorum. Gördüğüm, otuzlu kırklı yaşların üzerindeki her kadın ''ne kötü günler yaşamıştır'' diye düşünmeme sebep oluyor. Savaşın izlerini taşıyan binaların önündeki durakta, iki genç kız otobüs bekliyor. Bir onlara, bir deliklere bakmaktan kendimi alamıyorum.
Daha ileriye yürüdüğümde çok büyük bir mezarlıkla karşılaşıyorum. Mezar taşlarındaki doğum tarihleri farklı olsa da ölüm tarihleri neredeyse hep aynı. Savaşlara, savaşlara sebep olan politikacılara ve onları yöneten silah üreticilerine bir kez daha lanet okuyorum. Ülkesini göz göre göre bölenlere, savaşa sürükleyenlere, bundan menfaati olanlara, onlara kananlara, inananlara da.
''Mostar'da
Her gün
Dört mevsim.
Ruh, sevdalinka,
Tarih, yara,
Köprü, ayna.
Barış Mostar Manifestosu'nda.''
NOT : İtalik yazılar, yola çıkmadan okuduğum Gündüz Vassaf'ın MOSTARİ-Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabından. (Mostari, Boşnakça'da köprü bekçisine denirmiş)
Bir nehrin rengi bu kadar mı güzel, suyu bu kadar mı bol olur? Saraybosna'dan Mostar'a doğru dağlık bir arazide, enfes doğa mazaraları seyrederek otobüsle yol alıyoruz. Üç saate yakın sürecek yolculuğumuz. Otobüs bir hayli eski püskü. Sevdalinka havaları dinliyoruz. Ama Neretva nehrinin zümrüt yeşili hep ağır basıyor. Bir iki yerden daha kollar ekleniyor. Daraldığı yerlerde ''burada ne güzel rafting yapılır'' dedirtecek çavlanlar oluşuyor. Daraldığı yerlerde diyorum, çünkü nehir bazen '' yoksa burası bir göl mü?'' dedirtecek kadar genişliyor.
''Yeşil gözler, yeşil gözler
Neretva yeşili gözler.''
Yolculuğun sonuna yaklaşıp Neretva'nın bir kıvrımını daha dönünce Mostar Köprüsü'nü göreceğimi sanarak, hayal kırıklığı yaşıyorum. Google haritaları inişi çıkışı, dağı ovayı da göstermiyor ki, avucunun içi gibi biliyorum sandığın köprüyü de göresin. Mareşal Tito Caddesi'nde terminalde inip, valizlerle bir kilometrelik yolu yakın sayıp, Mostar Köprüsüne beş dakika meafedeki küçük otelimize yerleşiyoruz. Hatta otel değil, otel havasında pansiyonumuza yerleşiyoruz. Çok yeni ve çok temiz. Hamile genç otel sahibemizin adı Leyla. Kendisini tanıtıyor, bilgi veriyor, sonra da dış kapının anahtarını uzatıyor. Yurt dışında ilk defa dış kapı anahtarına da sahip olduğumuz bir yerde kalacağız.
''Mostar kışa erken giriyor.
Coca-cola tabelası kalktı.
Dondurmacı üç gündür kapalı.
Leyla açık.
Kahvem torpilli. İki lokum,
Yanında, Duble Rakiya.''
Saraybosna'da olduğu gibi, Mostar'da da İstanbul'da olmayan (belki Sultanahmet'teki Arasta biraz) çok iyi korunmuş bir Osmanlı çarşısı var. Bütün gezilecek yerler, Mostar Köprüsü'nün birbirine bağladığı, insanların yürüye yürüye adeta cilaladığı, taş döşeli bir cadde üzerinde sıralanıyor. Hediyelik eşya dükkanları, restoranlar, birkaç cami ve müze. Ve bir taş. Üzerinde ''DON'T FORGET'' yazan bir taş. ''Unutma'' diyor sadece, o kadar. Zaten başını kaldırıp, karşıdaki Hum tepesinin zirvesine bakınca ve doksanlı yılların başlarında izlediysen haberleri, sen de unutmuyorsun, hatırlıyorsun, şimdi kocaman bir hac dikili olan tepeden, keskin nışancıların Mostar'a, Hırvat tanklarının köprüye ettiklerini.
''Galata Köprüsü yaralandı.
Yer değiştirdi.
Çürümeye terk edildi.
Mostar KöprüsüÖldürüldü
Küllerinden yeniden doğurdular yenisini.''
İşte bu caddede biz de ritüele bırakıyoruz kendimizi. Kalabalığa karışıyoruz. Yol bizi Mostar'ın Köprüsü'ne götürüyor. Hiç yakından gördünüz mü bilmem, köprünün döşeme taşlarını, ilginçtir. Bir adımdan biraz da daha geniş aralıklarla dişler vardır, enlemesine. Cilalı gibi pırıl pırıl yanar, bej rengi taşlar. Bu satırlar Türkiye'de yaşayan bir Bosnalı'dan :
''Köprünün taşları çok özel, bana söylendiğine göre ki bende çeşitli kaynaklardan öyle duymuştum, köprü savaş sırasında yıkıldıktan sonra onarılırken ilk yapımında kullanılan taş ocağından tekrar taş getirilmiş. Öyle bir taş ki üzerinde kaymanız için kar ve buz olmasına gerek yok normal yürürken de her an kayabilirsiniz mermer gibi ( ben uzun seneler önce aralarındaki yükseltilere rağmen birkaç kez kaymıştım da :) arkamdaki gençler Boşnakça, benim Mostar'lı olmadığımla ilgili espri yapıp gülmüşlerdi)''
Köprüye yaklaştığımızda balıkadam kıyafetii giymiş bir genç, başından aşağı bir pet suyu boşaltıyor. Sonra da tam köprünün ortasında korkuluklara çıkıyor. Yıllar önce seyrettiğim bir filmi hatırlıyorum. Savaş sonrası çekilmiş, ama savaştan önceki yılları anlatan. Yılın şampiyonunun seçildiği köprüden atlama yarışlarında, Hırvat'ın Boşnak'ın dost olduğu yılları.
''İngilizler.
Birinci kadın 'Aaah, köprü buradaymış'
İkinci kadın 'O da nasıl oldu'
Köprüden geçenler Amerikalılar,
Göz göze gelince (mesela benle) ince tebessüm
Türkler,
dik bakış.
Çoğunluk
Göz kaçırmak.
Mostarlılar
Kendi alemlerinde.''
Günümüzde turistik bir olay artık köprüden atlamak. Genç biraz oyalanıyor atlamadan önce, kalabalık toplanıyor köprü üstünde ve etrafında. Seyirciyi yeterli görünce bırakıyor kendini, yirmidört metreden, çivileme. Akıntı biraz sürüklüyor, sonra kıyısına çıkıyor, soğuk suyunu daha sonra benim de hissedeceğim Neretva'nın.
''Dükkan sahiplerine göre en çok para bırakan Türkler.
En çok, en büyük, en pahalı fotoğraf makineleri Türklerde.
En çok birbirlerinin fotoğrafını çeken Türkler.
Dalıcılara en az para verenler de.
Türk grubu Ermin'in atlamasını bekliyor
Ermin köprünün ucunda.
Atladı atlayacak.
Heyecan doruk noktasında.''
Güneş sarıdan turuncuya dönerken Köski Mehmet Paşa Camisi'nin Mostar Köprüsü'ne bakan bahçesindeyiz. Köprünün en güzel fotoğrafları buradan çekiliyor. Alıyoruz arka fonumuza bir Dünya Kültür Mirasını, Mostar hatırasını da çektiriyoruz. Artık sıra karnımızı doyurmakta. Bosna'da bu konuda fazlasıyla şanslıyız, eğer vejeteryan değilsek. Ama bence o ''cevapi'' dedikleri köftelerden yemek için, vejeteryanlığa kısa bir ara bile verilebilir.
'' 'Mostar denince önce aklıma ışık gelir' demiş
Drina Köprüsü'nün yazarı Ivo Andriç''
Saraybosna'da iki öğün köfte yiyince, Mostar'da tercihimizi Bosna mutfağından farklı lezzetlere bırakıyor, yer olarak da Şadırvan Restoran'ı tercih ediyoruz. Begova (bey) çorbası, sahan dolması, polenta ve elmalı bir tatlı olan tufahija. Yemekler de, servisi yapan sevimli, çalışkan, neşeli garson da Mostar'da keyifli hatıralar bırakıyor.
Sabah kuşu ben, altıda yine safarideyim. Önce akşam önünden geçerken bahçesinde oniki onüç yaşlarındaki kızların sıra halinde çimlerin üzerinde perende attıkları bahçede gözüme ilişen taşları inceliyorum. Plakette taşların Mostar Köprüsü'nün orijial taşları olduğu yazıyor. Sonra Şadırvan Restoran'ın yanından aşağı doğru uzayan yolu takip ediyorum. Mostar köprüsünün prototipiyle karşılaşıyorum. Köprü hakkında bilgi veren yazı tabelasının başında, kasketli ellerini arkasında bağlamış, yaşlı bir bey var. Dalgın dalgın bir köprüye, bir yazıya bakıyor. Sonra elleri yine arkasında bağlı, köprüden karşıya geçiyor. Bu köprü gürül gürül akarak Neretva'ya katılan küçük bir derenin üzerinde.
''Neretva adı İlliryalılar'dan gelme. Güçlü demekmiş.''
Evlerin arasından Neretva'nın kıyısına iniyorum. Su hızla akıyor, yemyeşil, tertemiz. Birkaç ördek var yüzen. Sola, yukarıya doğru baktığımda, farklı bir açıdan Mostar Köprüsü. ''Bu fotoğrafı nereden çekmişler acaba?'' diye beni düşündüren yerdeyim. Suya doğru inen üç basamaktan, su seviyesinin üzerinde olanına iniyorum. Kaç poz çektiğimi bilmiyorum ama, başımı aşağıya indirdiğimde ayaklarım suyun içinde olduğunu görüyorum. Karlı dağların suyu, buz gibi yapmış Neretva'yı.
''Nehre girdim
Su berrak
Su soğuk
Akıntı götürebilirdi
Lağım kokuyor olabilir mi?''
Şehrin kuzeyini gezmek için Mostar Köprüsünü geçip, Mareşal Tito Caddesi'ne çıkıyorum. Sağa doğru yol boyunca ilerliyorum. İkisinin büyüklük ve gösterişinden, savaştan önce bir kamu binası olduğu belli olan, duvarları kurşun delikleriyle dolu binaların önünden geçiyorum. Gördüğüm, otuzlu kırklı yaşların üzerindeki her kadın ''ne kötü günler yaşamıştır'' diye düşünmeme sebep oluyor. Savaşın izlerini taşıyan binaların önündeki durakta, iki genç kız otobüs bekliyor. Bir onlara, bir deliklere bakmaktan kendimi alamıyorum.
Daha ileriye yürüdüğümde çok büyük bir mezarlıkla karşılaşıyorum. Mezar taşlarındaki doğum tarihleri farklı olsa da ölüm tarihleri neredeyse hep aynı. Savaşlara, savaşlara sebep olan politikacılara ve onları yöneten silah üreticilerine bir kez daha lanet okuyorum. Ülkesini göz göre göre bölenlere, savaşa sürükleyenlere, bundan menfaati olanlara, onlara kananlara, inananlara da.
''Mostar'da
Her gün
Dört mevsim.
Ruh, sevdalinka,
Tarih, yara,
Köprü, ayna.
Barış Mostar Manifestosu'nda.''
NOT : İtalik yazılar, yola çıkmadan okuduğum Gündüz Vassaf'ın MOSTARİ-Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabından. (Mostari, Boşnakça'da köprü bekçisine denirmiş)
Yorumlar
Yorum Gönder