Geçenlerde kuzenim, Can Dündar'ın hayatın anlamınının ona göre neler olduğunu sıraladığı bir video göndermişti bana. Son cümle şöyleydi :
''Her canlının ölümü tadacağını, ama bazılarının hayatı tadacağını öğrendim''
Hayatı tatmak......gökte güneş var, sağlığım yerinde, bol bol zamanım da var, bir Anadolukavağı turu yaparak hem Kavak'ın, hem de hayatın tadına bir bakayım dedim, salı günü, öğle vakti. Boğaz tutkunu bir arkadaşımla paylaşarak. Üsküdar, Beykoz, derken A.Kavağı. İlk hedef Yoros Kalesi. Etrafta japonundan fransızına bir sürü turist var. Aylardan aralık, üstelik 25. günü.
Ulu bir çınarın yanından geçip, rampayı tırmanmaya başladık. Ağaç 600 yaşındaymış, çevresi 10 metre. Hafta içi esen şiddetli rüzgardan bazı ağaçların dalları kırılmış, kimi de komple devrilmiş. Kalenin eteklerini bir restoran, kafe silsilesi sarmış. Yok, o kadar çirkin bir görünümü yok, iyi dizayn edilmiş tek bir işletme. Basamakları, bu set set yükselen kafede yer yer konan yazıları takip ederek çıkıyoruz. Gölgelik yerlerde kar öbekleri var. Basamaklar kalenin doğu tarafına yönlendiriyor bizi. Ve geldik iki büyük burcun olduğu giriş kapısının olduğu yere. Kapı kapalı, içeri giriş yok. Arkadaşım önceki yıllarda geldiğinde içeriyi gezdiklerini söylüyor ama, 2 yıl önce başlayan kazı çalışmaları nedeniyle olsa gerek, kapılar kapalı.
Bir ortaçağ kalesi olan Yoros Kalesine yıllar yılı hiç ilgi gösterilip kazı yapılmamış. İnternette karıştırırken, 2010'da kazı yapan gurubun kazı raporunu sundukları bir dosya buldum. Başka kazı raporlarının da sunulduğu adres, meraklısı için, işte burada :http://www.kulturvarliklari.gov.tr/Eklenti/4653,33kazi3.pdf?0
Kısa tarihçemiz ise Vikipedi'den:
''Yoros kalesi İstanbul'da Anadolukavağı sırtlarındaki Doğu Roma döneminden kalma kaledir. İmparatorluk zayıf düştükten sonra Cenevizlilerin eline geçmiş ve uzun süre onların elinde kalmıştır; bu yüzden bir Ceneviz kalesi olduğu inancı doğmuştur. Kalenin kapladığı alan İstanbul çevresindeki diğer bütün kalelerin kapladığı alandan çok daha büyüktür. İç kesimdeki kulelerin bazıları hâlâ iyi durumdadır ve duvarlarda Yunanca yazıtlar göze çarpar.[1] Adının nereden geldiği kesin olarak bilinmemektedir.
'Kutsal yer' anlamına gelen Hieron'dan geldiği görüşü oldukça yaygın olmakla birlikte, antik çağ tanrılarından Zeus'un sıfatı olan 'uygun rüzgarlar' anlamına gelen ourios'tan geldiği de iddia ediliyor. Ayrıca Yoros adının doğrudan doğruya 'dağ' anlamındaki oros'tan geldiği de düşünülmektedir.''
Çalınmış olan kale burcundaki kitabelerden biri; geçtiğimiz günlerde, Beykoz'un bir köyünde, bir ahırda bulunup, yerine takılmış. Manzara muhteşem. Boğaz'ın iki tarafındaki son kara parçaları birbine doğru kollarını uzatmış gibi. Bana Siren Kayalıklarını anımsattı, hani geçen gemilerdeki denizcileri çıldırtan, hani argonotlar.....I ıh, anlatmayacağım. onlar ayrı bir konu. Biz şimdi tepede, Yoros Kalesindeyiz. Kaleyi ve denizi seyrettik, fotoğraflarımızı çektik, fısıl fısıl ''take a photo for us, please'' diyen iki japon kızın fotoğraflarını çektik, biz de onlara çektirdik, şimdi aşağıya inelim.
Sokak aralarında dolaşırken eski ve güzel çeşmelere, büyüklü küçüklü sandallara, tek tük kalmış ahşap ve şirin evlere rastladık. Sahile yaklaştıkça ise bol miktarda ticari mekan, hediyelik eşya dükkanları, market, manav ve bol bol restoran. Tam kıyıda bir karakol, bahçesine girmişiz farketmeden, uyarıldık ''orası karakolun bahçesi, baayan''. Hıh, tamam çıktık, çok meraklıyız sanki karakol bahçesine, ama sahil yok denizi görebileceğin. Sıralanmış balık restoranlar, evler, iskele. Zaten küçük bir yerleşim. Ama bir sandal aralığı bulup ulaşıyoruz denizin kıyısına. Kış güneşi (çok severdim, Tarkan'ın bu şarkısını) evlerden yansıyor. Altın rengini almaya başlamış bile, günler kısa, aralıktayız.
Şimdi, diyeceksiniz ki ''balık yemiyor musunuz?'' Ekmek arası 5 TL.den başlıyor, restoranlarda turistik fiyatlarla devam ediyor. Hanutçular zaten rahat bırakmıyor. En uygunu, en tazesi onlarda. Ama biz bu kez balık yemeye gelmedik (yani balığın tadına bakmadık, hayatın tadına bakıyoruz :), tokuz ve hava kararmadan gidilecek bir yerimiz daha var. Yuşa Tepesi'ne de çıkmak istiyoruz. Tepeye çıkan yolun ayrımındaki tezgahlar iştah kabartıyordu. Kestaneler, cevizler, koca koca kabaklar, köy ekmekleri, köy yumurtaları daha neler neler.
Yuşa Tepesi'ne geldiğimizde güneş altın rengini almıştı. Yerler erimekte olan bir kar tabakasıyla kaplıydı. Önce, uzun mu uzun Hz.Yuşa'nın kabrinin olduğu bölüme girdik. Etrafı demir parmaklıkla sarılmış, açık bir mekan burası. Sonra girişteki panoyu okuduk. Ben Hz.Yuşa'nın bir peygamber olduğunu, Hz.Musa ile aynı dönemde yaşadığını, Kızıldeniz'in açılıp geçtikleri zaman birlikte olduklarını, yani yaşadığı zamanı falan bilmediğimi itiraf ediyorum. Bu bilgiler, biz tabelayı okurken arkadaşımla yaptığımız yorumlara katılan bir beyefendiden geldi. Gerisi de yine Viki'den:
''Yuşâ Tepesi ve Yoros KalesiYuşâ Tepesi İstanbul'un Anadolu Kavağında Beykoz ilçesinde bulununan tepedir. Kuzeyinde Yoros kalesi bulunur. Tepesi denizden 201 m yüksekliktedir. Tepesi zirvesinin, Yuşâ Türbesi ve Camii'nin bulunduğu mekândır.
Yuşâ Tepesinde gömülü olan zatın Yuşâ (m. ö. 1082-972) olduğunu inanılmaktadır. Yuşâ Peygamber bir rivayate göre Musa Peygamber ile birlikte Mecmeul-Bayreyn’e (Boğaziçi) gelmiş ve vefat ederek bu tepeye gömülmüştür. Çeşitli tefsirlerde Yuşâ'nın Musa'nın vefatından sonra peygamber olarak görevlendirildiği, Hıristiyanların ve Yahudilerin ona Yeşu dedikleri nakledilir.
Burası tarihin ilk dönemlerinden itibaren kutsal bir yer olarak kabul edilmiş ve çeşitli uygarlıklar burada kendi dinlerinin mabet ve tapınaklarını inşa etmişler. İlkçağlarda burada Zeus tapınağının bulunduğu ve Bizans döneminde bu tapınağın Hagios Michael adında bir kiliseye çevrilmiş. Depremde, belki de bu yapıları 1509 yılında yıkılmış.
Osmanlı döneminde bu tepeye, Sadrazam 28. Çelebizade Mehmet Sait Paşa tarafından 1755 tarihinde bir mescit yaptırıldı. Aynı zamanda burada bulunan ve halk arasında Yuşa Peygamber’e ait olduğu düşünülen mezarın etrafına kagir bir duvar çektirmiş ve türbenin bakımını yapmak için görevliler tayin ettirmiş. Tarih boyunca ziyaretçileriyle bütünleşen ve hep insanların ilgi odağı olmayı sürdüren bu tepede, III. Selim (1789- 1807) döneminin bazı yıllarında, izdihamdan dolayı ‘fitneye mahal olmasın’ düşüncesiyle mevlid okunması bile yasaklanmıştır.''
Yoros Tepesi, Yuşa Tepesi derken Kavak tadı vermeden, hayatın tadına biraz da kartopu ekledik. Yol ayrımındaki tezgahların cazibesine kapılıp alışverişimizi de yaptık. Biz iki Karadeniz'linin Maçka'lı satıcıyla uzun sohbeti de hayatın başka bir tadı olarak, anılarda yerini aldı.
Yorumlar
Yorum Gönder