Karar verdik, yol üzerindeki bütün camilere gireceğiz. İlk durak Kılıç Ali Paşa Camisi. Fazla detayına inmeden en önemli özelliklerinin Mimar Sinan'ın Ayasofya'ya olan hayranlığının bir yansıması olduğunu, padişahın Kılıç Ali Paşa'ya 'sen kaptanı deryasın, camini denize yap' demesi üzerine, denizin doldurularak yapıldığını, caminin kayıt defterinde çalışanlar arasında Don Kişot'un yazarı Cervantes'in adının bulunduğunu, Kırım Savaşı'nda yaralıların aylarca caminin avlusunda yatırıldığını, 50'li yıllarda cadde genişletilirken avlusunun büyük bir kısmının yola gittiğini yazarsam, yeterli olur sanırım.
Ama benim de yeni öğrendiğim bir şeyi yazmadan, yürümeye devam etmeyelim, zira ilginç. Barbaros Hayrettin Paşa'nın Akdeniz'de korsanlık yaptığı dönemlerde, İtalya'nın Le Castelle kasabasında on bir yaşındaki Giovanni Dionigi Galeni de, korsanlar görününce sığınaklara kaçanlardanmış. Oysa kaderinde esir alınıp, İstanbul'da satılıp, eğitilip, Osmanlı Kaptanı Deryası KIlıç Ali Paşa olması yazılıydı.
Aradan dört yüz küsür sene geçtikten sonra, İtalyanlar onun hakkında kitap yazıp, doğduğu kasabadaki meydana bir de büstünü dikince Kılıç Ali iki ülkenin de kahramanı oluvermiş.
Biz o gün yolun sağından yürüyüp, sadece camilerle ilgileneceğiz demiştik. Ama geniş bir yeşilliğin ortasındaki, mermer, dört yüzlü çeşmeden bahsetmeden geçmek haksızlık olurdu. Çünkü Tophane Çeşmesi, üzerindeki çiçek ve meyve süslemeleri ile göze hitabederken, İstanbul'un en büyük üçüncü çeşmesi özelliğini de taşıyor.
Sağdan yürümeye devam ederken, caddenin karşı tarafında Fatih Sultan Mehmet'in top döktürmek için ilk yaptırdığı binalara, daha sonra ilaveler yapılmasıyla bir komplekse dönüşen, Tophanei Amire binalarına uzaktan şöyle bir göz atalım. Günümüzde Mimar Sinan Üniversitesi'ne ait olan tarihi alanda, zaman zaman derlenen güzel sergiler sayesinde, içini gezmek de mümkün oluyor.
Güzel bir camiye daha geldik. Kılıç Ali Paşa Camisi'yle aralarında yaklaşık iki yüz elli yıl var Nusretiye Camisi'nin. Minarelerinin tarzından daha modern zamanların camisi olduğunu belli ediyor.
Bu bölgede daha önceleri olan Top Arabacıları Kışlası içindeki cami, 1823'te çıkan Firuzağa Yangını'nda yanıyor ve yerine, gelen yardımların da katkısıyla, saray mimarlarından Krikor Balyan'a Nusretiye Camisi yaptırılıyor.
Bir kaç parantez içi detay şimdi : Nusret eski Türkçe yardım; 'iye' de iyelik, sahip olmaktan geldiğinden, camiye Nusretiye adı uygun görülmüş, diyor tarihçiler.
İkinci detay, Balyan Ailesi ile ilgili. Kayseri kökenli bu Ermeni ailenin bir çok ferdi, uzun bir süre saray mimarlığı yapmış. Ailenin, Bağlarbaşı Ermeni Mezarlığında gömülü oldukları bölüm, bir kaç yıldan beri ziyarete açık, gezilebiliyor. Yurtdışına çıktığım zamanlarda bir çok şehirde mezarlıkları gezmek, kendimi heykellerin sergilendiği bir müzede gezer gibi hissettirir. Balyanların mezarı da küçük bir anıt mezar görselliğinde, görülmesini öneririm.
Eski kışladan bahsetmiştim, o kışladan kalan sadece bir saat kulesi idi, onun da saatinin makinesi çok uzun zamandır üzerinde yoktu. Galataport açıldıktan sonra, yerine konulacağını umalım ve bekleyelim bakalım.
Bir zamanlar Denizcilik İşletmeleri'ne ait olan, benim de uzun yıllar İnşaat Daire Başkanlığı'nda çalıştığım, Salıpazarı binalarının birincisi, Mimar Sinan Üniversitesi'ne devredilmiş, Güzel Sanatlar Müzesi yapılmak üzere restore edilmişti. Deniz tarafındaki, sonradan İstanbul Modern olarak gezdiğimiz de dahil olmak üzere, işletmenin antrepoları Galataport Projesi kapsamında ya yıkıldı ya da başka işlevler kazandırılarak, İstanbul'un yeni yüzlerinden olacak.
Son İstanbul Bienali'nde yeni haliyle eski işyerimi gezince, hiç bir şeyin artık eskisi gibi olmadığını gördüm. Ama şehrin modern bir müzeye kavuşacak olması mutlu etmişti beni. Karaköy'deki o güzel Genel Müdürlük binamız otel olmaktan kurtulamamıştı ama bizim Salıpazarı'ndaki binamız müze olma yolundaydı. (Otel de müze de henüz açılmadı)
Evet, Fındıklı'ya geldik, yolun sağından gidiyoruz, küçük bir cami var gezeceğimiz, Molla Çelebi Cami. Yine bir Mimar Sinan eseri, küçük, sade ama revaklı girişi ile güzel bir cami. Yakınlarında, yolun karşı taraflarında, 50'lerde yol genişletme çalışmaları sırasında yıkılıp, arsasının bir bölümü yola dahil edildikten sonra yıllarca boş duran, Mimar Sinan eseri Süheyl Bey Camisi ise, cam cepheli yeni haliyle içler acısı bir restorasyon faciası. Camiden çok, bir mağazanın vitrinine benziyor.
Yürüyoruz, Dolmabahçe Sarayı'na yaklaştık. Geçerken kristal avizelerinin şıkırtısı hep gözlerime çarpan Bezmialem Valide Sultan Camisi'ne geldik. Yine galoşları geçirdik ayaklarımıza, girdik içeriye, bir hoş ışıkta, namaz kılan bir kaç kişi ibadette.
Padişah anaları, Orhan Bey'in eşi Nilüfer Hatun'dan'dan, Vahdettin'in annesi Gülüstü'ye (İngiliz Henriet) yabancı kökenlidir. Bu camiyi yaptıran II. Mahmut'un eşi, Abdülmecit'in annesi Bezmi Alem Valide Sultan da Gürcü kökenli bir valide.
Biliyor muyuz, ahşap ilk Galata Köprüsü'nü yaptıranın Bezmi Alem olduğunu! Garip ve kimsesizler için Vakıf Guraba Hastanesi, planı okul olarak çizilen ilk büyük bina olan Cağaloğlu'ndaki İstanbul Kız Lisesi binası, aralarında Maçka'daki Valdeçeşme de olmak üzere onlarca çeşme ve sebiller yaptıran hayırsever sultan olarak bahseder tarihçiler Bezmi Alem Valide Sultan'dan. Bezmi Alem, dünya meclisi demekmiş bu arada.
Dolmabahçe Sarayı'nın önünden geçtik, Beşiktaş İskelesi açıklarındayız. Yolun sol yanında yine bir Kaptanı Derya'nın yaptırdığı Mimar Sinan eseri var. Sinan Paşa, Kanuni'nin damadı olan Rüstem Paşa'nın kardeşi, camiyi yaptırır ancak, bittiğini göremeden vefat eder. Üsküdar'da yengesi Mihrimah Sultan'ın camisinin haziresine gömülür.
Yürüyoruz, Çırağan'ın önünden karşıya, yolun sol yanına geçiyoruz. Yıldız Parkının girişindeki zarif minareli Küçük Mecidiye Camisi'ne dönüşte uğramaya karar verip, dik bir sokaktan yukarı doğru çıkmaya başlıyoruz. Sokağın adı Yahya Efendi Sokak.
Yahya Efendi Dergahı'na merak salışımın bir kaç nedeni var. Çırağan'a ve Dolmabahçe Sarayı'na yakınlığından ötürü olsa gerek, sürgünde ya da sürgünden döndükten sonra, kalan son Osmanlıların çoğunun burada gömülü olması. Komplekste, çok eski bir de mezarlık olması ve mezar taşlarının çeşitliliği. Son olarak da Yahya Efendi'nin hakkında okuduklarım.
Her ikisi de Trabzon'da doğan Kanuni Sultan Süleyman'la Yahya Efendi'nin süt kardeş olmaları, Zenbilli Ali Efendi'den iki yıl ders almışlığı, matematik ve geometriyi iyi bilen ilim ve irfan sahibi kişiliği, Kanuni'yle bir meseleden aralarının bozulmasından sonra müderrisliği bırakması, kendi imkanları ile aldığı Yıldız Tepesinden Boğaz kıyılarına geniş arazisinde inzivaya çekilip orada ders vermesi, arazisinin bazı bölümlerinin son Osmanlı sarayları yapılırken alınması vs. vs.
Arkadaşımın spiritüel yönü benden çok fazla olduğundan, o daha farklı anlamlar da yükleyerek dolaştı dergahı ve bahçesini. Boğaza bakan terasının manzarası, bir söylenceyi acaba dedirtecek gibiydi.
O söylence der ki, Osmanlı Donanması savaşa gideceği zaman, Beşiktaş'ta dergahın karşısına sıralanıp ''Hey Ya Molla'' diye selam verir, Yahya Efendi de, çıkıp hayır duasını edermiş. Denizcilerin 'Heyamola' sı da işte oradan günümüze gelirmiş. Niye olmasın!
Yorumlar
Yorum Gönder