İstanbul sürprizlerle dolu bir şehir. Bazen güzel, bazen de çirkin olabiliyor tabi bu sürprizler ama bana o gün güzeli rastladı. Betona boğulan İstanbul'da, hala bostandan sebze alabileceğiniz bir yer var, üstelik şehrin dışında da değil, Yedikule Surları'nın dibinde.
Geçen yıl mart ayında, her biri ayrı renk boyalı eski binalarını çok beğendiğim Yedikule Göğüs Hastanesi'nden çıkarken, buradan Kocamustafapaşa'ya kadar yürürsem neler görürüm merakıyla, Topkapı'yı sahil yoluna bağlayan caddeye inmek üzere yokuş aşağı sola döndüm. Mavi, pembe, yeşil, bordo bir iki katlı hastane binalarının hikayesini atlamadan tabii ki.
Yürüdüğüm o yol dahil, sağlı sollu Balıklı Rum Vakfına ait olan arazide, 1750'lerde vakfın ilk hastane binası yapılır. O zaman veba belası insanlara musallattır. Ahşap olan ilk bina yanınca, padişah fermanı ile yeni binalar yapılıp, hizmete girer.
Aradan yıllar geçer. 1904 yılında, İstanbul'un Rum bankerlerinden Theodor Mavrokordato, erkek kardeşi Londra'da veremden ölünce, fakir veremli hastaların tedavisi için Balıklı Rum Vakfı'na sekiz adet hastane pavyonu yaptırılmak üzere yüklü bir miktar para bağışlar.
Hastane pavyonları yapılır, I.Dünya Savaşı günlerinde askeri hastane ve kışla olarak da kullanılır. II.Dünya Savaşı'nda ise, eğer savaşa katılma durumu olursa, askeri hastane olarak kullanılmak üzere vakıftan kiralanır, daha sonra tekrar vakfa bırakılır. Cumhuriyetin daha ileri yıllarında, hastane sadece verem değil, göğüs hastalıkları bölümleri kurularak geliştirilir. Yıllar içinde birçok ek bina yapılır.
Benim canlı renkleri, tipik mimarileri ile beğendiğim binalar, Mavrokordato'nun bağışıyla yapılan pavyonlardı. İndiğim yol vakfın arazisinin içinden geçirilince sekiz hastane pavyonu, Balıklı Rum Hastanesi'nden ayrı kalır. Hastane günümüzde Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi olarak hizmete devam ediyor. Oralara kadar gelmişken, biraz daha Kazlıçeşme Marmaray İstasyonu'na yakın bölgede herkese hizmet vermeye devam eden Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi binalarını gezmek de, bir dönemin sivil mimari örneklerini tanımak için bir fırsat.
Topkapı'yı sahil yoluna bağlayan 10 Yıl Caddesi'ni yaya geçmek, pek az İstanbullu'nun yaptığı bir yürüyüştür. İstanbul'un Fatih zamanına kadar uzanan, en eski mezarlığı Kozlu bir yanında (Topkapı'ya yakın kısmında); İstanbul'un bin beş yüz yıllık surları da diğer yanında uzanır. Yeğenlerim küçükken, Abdi İpekçi Spor Kompleksi'nde Efes Pilsen'in basketbol maçlarına gittiğimizde, dönüşte kalabalıktan taksi bulamayınca bu caddede Topkapı'ya doğru yürürdük.
Bakış açıma giren iki sur kapısından sağdakini tercih edip, sahil istikametine doğru yürümeye başladım. Caddenin karşı tarafında sur diplerinde yemyeşil bostanlar gözüküyordu. Okuduklarımdan biliyorum ki, eskiden tuzunu alanın, bu bostanlara marul yemeye gelmesi, çok sevilen bir ritüelmiş.
Kaldırımda küçük bir tezgah görüp karşıya geçtim. Ispanaklar çıtır çıtır gözüküyordu. Ama başında kimse yoktu. Sur dibinde, bacasından duman çıkan kulübeyi farkedince, bostana girip seslendim. Hem hazırlıksız, hem de daha yürüyeceğim epey yol olduğundan, sırt çantamı dolduracak kadar sadece ıspanak alıp, aklımı tezgahtaki sebzelerde bırakarak gösterişli Belgrad Kapı'ya doğru yürüdüm.
Kanuni'nin 1521 Belgrad Seferi'nden dönüşte, yanında getirdiği esnafı yerleştirdiği yer olduğundan bu adı alan Belgrad Kapı'dan girdim içerüü. Eski İstanbul fotoğraflarındaki gibi dar bir sokakta, bir tarafımda bahçeler ve küçük evler, bir tarafımda yüksek bir duvarın arkasında, kilise olduğunu tahmin ettiğim (Panagia Kilisesi, ilki Kanuni'nin getirdiği Belgradlılar zamanında yapılmış, günümüzdeki bina ise 1837'den) uzun dikdörtgen bir binanın arasından geçtim. Çoğu sokak adı mazisinden bir işaret taşır mutlaka ama, ne yazık ki mektepsiz kalmış Hacı Hamza Mektebi Sokak'tayım.
Solda küçük bir çıkmaz sokakta, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın satırlarından fırlamış, dili olsa neler anlatacak eski bir ev. Nedense çevre sokakların isimleri de benzer, hacılı sokaklar; Hacı Evhaddin, Hacı Kadın gibi.
Biraz daha yürüyünce tam köşede yine dilsiz, ama farklıyım diyen tek katlı bir bina. Binanın bir cephesinin olduğu Küçük Efendi Sokak, adını barındırdığı Küçük Efendi Külliyesinden alır. Camisi, kütüphanesi, halvethaneleri, barok çeşmeleriyle ara sokakta bir sürprizdir. Altında hala suyu akan Bizans döneminden ayazmasıyla.
Biraz daha yürüyünce semt pazarının içinde buldum kendimi. Kocamustafapaşa'ya geldim artık. Yolumun üzerinde artık bildiğim, geçmişin mirasları var. Kocamustafapaşa ve Samatya, her biri başlı başına konu. Sokaklarında dolaşıp kaybolmalı.
Yorumlar
Yorum Gönder