BİR YAZARIN İZİNDE CEVELAN / Ahmet Mithat Efendi




"Dünyanın en güzel şehri İstanbul, İstanbul'un en güzel yeri Beykoz, Beykoz'un en güzel yeri benim yalımın olduğu yerdir." diyen,  arkasında iki yüz eser, bir sürü de gazete ve dergi yazısı bırakmış bir yazarın peşinden gideceğiz bugün. Nereye mi? 


Önce  Anapa'ya, sonra Tophane'ye, oradan Rodos'a, sonra Stockholm, Oslo, Berlin, Paris, Cenevre, Viyana ve daha bir çok şehre şöyle bir uğrayıp, asıl hedef Beykoz'un Akbaba ve Yalıköy'üne.


Haydi, Anapa'dan yola çıkalım. Bir Çerkes kadını olan yazarımızın annesi Nefise Hanım, evli, bir çocuklu ve hamile iken, Ruslar Anapa üzerine baskınlara başlayıp, Çerkesleri  göçe zorlayınca, eşi, onu ve oğlunu evin kahyası Süleyman Ağa ile göçmen kafilesine katıp, Sinop üzerinden İstanbul'a gönderir. Kendisi Ruslarla savaşmak üzere Anapa'da kalır. Anapa'yı ben de yeni öğreniyorum, Karadeniz kıyısında, günümüzde Krasnodar'a yakın bir belde.


Tophane'de, Hacımimi Mahalle'sinde küçük bir eve yerleşirler. İş yerim Karaköy'de iken, benim İstiklal Caddesi'ne çıkış yollarımdan olan Boğazkesen Caddesi'nin,  hemen sol başlarında olduğundan, Hacımimi'nin dar sokaklarına keşif amaçlı girip çıkmışlığım vardır. Şatoyu andıran Kırım Kilisesi'nin gölgesindeki, küçücük bir cami ve bir kulaç genişliğinde dar bir geçit, o zaman da ilgimi çekmişti.


Zaman geçer, Anapa'dan ne gelen ne giden vardır. Getirilen paralar da bitmektedir, üstüne mahalleli de Nefise Hanım'la Süleyman Ağa'nın  evlenmeleri için baskı yapmaktadır. Evlenirler, aileye yeni üyeler eklenmeye başlar. İşte o üyelerin en küçüğü, bizim yazarımız, Ahmet'tir. Yıl 1844.



Hadi bakalım, adı Ahmet olan yazarları düşünmeye başlayın. O da böyle yapıyor romanlarında. Mesela, Felatun Bey İle Rakım Efendi'de roman bir akışta giderken, okuyucuya dönüp "Ne dersiniz? Rakım, kızın elini eline almamış mıydi?" diye soruveriyor. 


Ahmet çok yaramazdır  ama, bir yandan da, Tophane'ye yakın olan Galata'da, bir Frenk'in dükkanını sabah akşam süpürmesi karşılığı, Fransızca öğrenmekten de geri kalmamaktadır. Mahalleliyi  bezdiren Ahmet'i, babası Mısır Çarşısı'nda bir aktarın yanına verir. Zamanla baharatların şifasını kavrayan Ahmet, o zamanın yarı doktoru, eczacısı olan aktarlığı sever. Belki de onun için çoluk çocuğa karıştığında  bilinçaltı, oğullarını doktorluğa meylettirirken, damatlarını da, biri hariç bu meslekten seçer..


Çocukluk yıllarına dönelim biz yine. Ahmet daha okula bile gitmezken, babası ölür. Aile, Nefise Hanım'ın ilk eşinden olan oğlunun devlet görevlisi olduğu Vidin'e (Bulgaristan'da)  taşınır. Ahmet daha on on iki yaşlarındadır.  Sonra abisinin görevleri icabı başka Balkan şehirlerine de taşınırlar. 


Bu arada okullara gider, abisi sayesinde kalem memurluğunda  çırak olarak çalışmaya başlar. Çalışkanlığıyla, abisinin de bağlı olduğu  Mithat Paşa'nın dikkatini çeker, kendini sevdirir. Öyle ki paşa, Ahmet'in yanına, kendi adını da verince, Ahmet,  Ahmet Mithat Efendi olur. Yaşı yirmilerde dolanırken,  bir tercüme için gittiği Sofya'da Servet Hanım'la evlenir. Yıl 1866.


İlk Avrupa seyahatim, otobüsle sınırdan çıkmışız. Avrupa'da ilk durağımız Sofya yakınlarında olacak. Otobüs  kır kahvesi gibi bir yerde molada. Acıkmışız, hava sıcak, sinekler uçuşup duruyor. Kaşkaval meşhur ya, çay, ekmek, kaşar, yani kaşkaval söylüyoruz Aklımda kalan sadece bardakların kiri ve sinekler. Yıl 1987.


Mithat Paşa ve ağabeyi Bağdat'a gidince, o da memuriyetle Bağdat'a gider. Ne yazık ki Bağdat'a hiç gitmedim, oradan size anlatabileceğim kendi gözlemlerim yok. Ama merak edip Babil'in asma bahçelerini araştırırken; Saddam'ın, 'Ziggurat'lara özenip yaptırdığı, şimdi içinde kuşların uçuştuğu sarayına, sanal alemde baktım, siz de bir bakın, derim. 


Ahmet Mithat Efendi'nin Bağdat'a yolculuğu sırasında  tanıştığı Osman Hamdi Bey, onun batıya ilgisini uyandırır. Orada bir gazete çıkarır, yazı ve matbaa yönetme işlerine başlar. Ağabeyi ölünce dönüş yine İstanbul'a olur. Yıl 1871.


Bu kez Tahtakale'de bir evde oturulur. Evin bir odasına matbaa kurar, ailesiyle beraber dizgi, baskı işlerini yapıp, yazdıklarını basmaya başlar. Zaten Avrupa'ya merakı ve beğenisi, onların teknolojileri üzerinedir. Yoksa Osmanlının ahlak ve kültüründen  memnuniyetini romanlarında hep dile getirir.


Derken yazın dünyasında Namık Kemal'le tanışır, bazı  yazılarının içeriği  yönetimi kızdırır. Ahmet Mithat Efendi'ye Rodos sürgünlüğünün yolu gözükür. İşte, Rodos'ta yine çakıştık Ahmet Mithat Efendi'yle. 


O da bir gemiyle gitmiştir ya, benim gittiğim gemi kadar konforlu değildir kesinlikle. Süleyman Efendi Camisi'ne gitmiş, Şövalyeler Yolu'nda, Hipokrat Meydanı'nda yürümüş, belki  çeşmenin kenarında da oturmuştur ama, artık İstanbul'a döneyim, dediğinde dönememiştir. Oysa ben, başka Yunan adalarına, hatta  İskenderiye'ye de uğrayıp Kahire'ye geçmiş, Keops, Kefren, Mikerinos piramitlerinin taşlarına da oturmuş,  deve etinin  tadına bakıp öyle İstanbul'a dönmüşümdür. Yıl 1989.


Onun ne zaman döndüğünü araya azıcık Osmanlı  tarihi sokarak hatırlayalım. Yazarımız Rodos'a gittiğinde,  padişah Abdülaziz'di. Zamanına göre aydın, batı yanlısı, üstelik savaş dışında Avrupa'ya gitmiş ilk Osmanlı padişahı olan Abdülaziz, meçhul bir şekilde odasında bileklerini kesmiş olarak bulunur. Konu derin ve uzundur. Yerine getirilen V. Murat'ı da deli diye indirirler tahttan, ama o arada çıkan afla Ahmet Mithat Efendi'nin üç yıl süren  Rodos sürgünlüğü biter. Tahtta da II. Abdülhamit yerini alır. 


Rodos'tayken hiç boş durmamış,  etraftaki çocuklara dersler vermiş, ki burası  sonradan bir okula dönüşmüş,  bir yandan da,  sürekli romanlar yazmıştır. İstanbul'a döndüğünde artık Namık Kemal'in arkadaşı değil, iktidarı destekleyen bir yazardır. Abdülhamit'in maddi manevi desteği arkasındadır. Ve döneminin en uzun soluklu gazetesi Tercüman ı Hakikat'i çıkarır, yıl 1878.


Rodos dönüşü taşındığı yer Kabataş'ta bir konaktır. Yandaki konakta da akrabadan şair Fitnat Hanım oturmaktadır. İkisi de evli, ama aşk bu işte, önce bakışlarda başlar, sonra mektuplara dökülür. Ahmet Mithat Efendi, uzun boylu, geniş omuzlu, yakışıklı, gösterişli ve kibar  bir adamdır sonuçta. Çok sonraları, bir taşınma sırasında,  oğluna "Halkın, bu mektupların edebi değerini anlayacağı günler geldiğinde, yayınlanmasını isterim" diyerek, kütüphanede bir deste halinde duran mektupları  teslim eder. Mektuplar 1948'de  kitaplaştırılır.


Ahmet Mithat Efendi, halkı aydınlatmak, okuyan kitleyi arttırmak için habire yazmaktadır. Romanları da bunu vurgular içeriktedir. Mesela "Dürdane Hanım"da, romanın kahramanlarından Ulviye Hanım'a, kendisini hamile bırakıp, evlenmeye hiç niyeti olmayan nışanlısını hala seven ve hayatında hiç kitap okumadığını söyleyen Dürdane Hanım'a "Zaten kitap okusaydın, bu hallere düşmezdin." dedirtiverir.


Evet, şair Fitnat Hanım'la Ahmet Mithat Efendi'nin aşkı mektuplarda günümüze kadar uzanırken, parsellenip, günümüzde villalara (Acaristanbul) dönüşmekten kurtulamayacak olan, Beykoz Akbaba'daki  çiftliğe geliyoruz şimdi. Yazarımız çok yönlü merakları  olan bir kişi olduğundan, satın aldığı çiftliği modern kuluçka makinelerinden, kovanlara, çeşitli bitkilere kadar  donatıp, geliştirir. Öyle ki, arazisinden çıkan bir kaynak suyunu da şişeletip, Sırmakeş adıyla satışa çıkarır. Desteği, yüksek yerlerden ne de olsa.


Çiftlikten söz açmışken, burada güzel bir hikayesi de olan kızının  evliliğini es geçmeyelim. Hikmet Feridun Es'in, bir gazete arşivindeki yazısında okuduğum hikaye şöyle;


Ahmet Mithat Efendi,  her gün Babıali'deki  gazeteden çiftliğine,  Beykoz vapuruyla iskeleye gelip, bir kayıkla biraz daha ötedeki Hünkar İskelesi'ne geçerek, orada kendisini bekleyen arabasına binerek varıyor. Dikkat, on dokuzuncu yüzyılın sonlarındayız, araba at arabası 🙂.


Bazı günler, çok iyi ata binen, büyük kızı Mediha; bu arada, yazarımızın Sofya'da iken evlendiği Servet Hanım'dan hepsini en iyi şekilde yetiştirdiği beş çocuğu var; saçlarını savura savura Hünkar İskelesi'ne gelip, babasını bekler, atıyla ona eşlik edermiş. Bir gün, yine babasını beklemeye geldiğinde bir bakmış, babasının yanında en beğendiği şairlerden, babasının gazetesinin edebiyat bölümünü idare eden Muallim Naci var. Yanlarına gitmemiş ama, o, on beş yaşın gençliğiyle, saçlarını savura savura gidişi, otuz beş yaşındaki şairin gönlünde aşk ateşini yakmış.


Hikmet Feridun Es yazısında, Beykozluların hala konuştuğu bir düğünle çiftlikte  evlenirler ve birbirine muhabbetleri, Muallim Naci'nin genç denecek, kırk dört yaşındaki ölümüne kadar sürer, diye aktarmış o günleri. Dikkat, tek çocukları olur, onun adı da Fitnat'tır.


Şimdi biz de, Beykoz İskelesi'nden Yalıköy'e doğru şöyle bir yürüyelim. Sizi bilmem de, ben   kalojen takviyesi için tarihi Tolon paçacısında  çorbamı içmeden geçmem.  İskelenin önünden sahili takip edip biraz daha yürüyünce, beyaz, üç katlı, gösterişli bir yalı görürsünüz. Dikkat ederseniz, "Ahmet Mithat Efendi Yalısı" plaketi de gözünüze çarpar. Restorasyon sonrası kararmış olan  aşı boyası  rengi,  beyaza döndürüüp,  dokuz da daireye bölünmüş olan  yalıda, yazarın ailesinden sadece bir kişi kalmıştır artık. O da, bir röportajda,  diğer mirasçıların haklarını sattığını söyleyen, yazarın torununun doksanlı yaşlardaki gelini.


Ahmet Mithat Efendi'nin hayatı oldukça  renkli, yaşamayı da biliyor. Çiftlikten sonra, Beykoz Yalıköy'deki bu yalıyı yaptırıyor. Yıl 1880. İlk evliliğini yirmi iki yaşında yapıp,  arada şair Fitnat Hanım, şair Nigar Hanım'larla adı anılsa da, kırklarına yaklaştığında gönül hala durulmamış, bu kez Paşabahçeli Rum kızı Angeliki'ye düşüveriyor. 


Angeliki daha on yedi yaşındadır. Evleniyorlar. Öyleki bu evlilikten ilk eşinin haberi, kendi oğlunun, "Anne , ben bazen öbür küçük kardeşimle de oynuyorum." deyince oluyor. Servet Hanım, eşine onları da yalıya getirmesini söylüyor. Tüm  yaşananlar da, edebiyatta 'yazı makinesi' sıfatı verilen yazarımız tarafından romana dönüştülüyor.


Aile gittikçe büyüyor,  beş çocuk daha ekleniyor. Babasının hayatını kitaplaştıran oğlu Kamil Yazgıç, yalıda geçen bu kalabalık yaşantının keyifle geçtiğini anlatırken; babam cuma akşamları sofrayı kurdurup, bizimle içki de içerdi. Sonra  enstrüman çalanlar, sazlarını alır, fasıl yapar eğlenirdik, diyor. Kızlarına piyano, keman, Fransızca dersleri aldırmış, eğitimlerine de çok önem vermiştir ama, çok eşlilikten de vazgeçmemiştir, Ahmet Mithat Efendi.


Yıl 1889, Stockholm'de sekizinci Şarkiyat Kongresi'ne Osmanlı'nın delegesi olarak katılma  bahtiyarlığı Ahmet Mithat Efendi'ye düşer. O günün şartları ile, kendisine yetmiş bir gün sürecek öyle bir yol haritası çizer ki, işte bugün bile benim onu uygulamam zor. Gemi, tren, araba ile  çıkılan yolculuğun ilk durağı, Marsilya, Lyon  üzerinden Paris.


İlk Avrupa gezimden bahsetmiştim size, ilk durak Sofya'ydı hani. Yirmi dört günlük o seyahatimin duraklarından biri de Paris'ti. İlk Paris'imden ilk aklıma gelen, fotoğraf makinemdeki filmlerin yanması (çarpmayla kapak açıldı) sonucu, gün boyunca gezdiğimiz yerleri, hayatımda ilk kez tanıştığım metroyla,  elimde metro haritası, yeniden dolaşıp, fotoğraflamak olur.


Ahmet Mithat Efendi'nin Paris izlenimleri arasında ulaşımda farkettiği bir konu var ki; şehrimizde, hatta ülkemizde hala geçerli. Günün en kalabalık saatlerinde bile insanların toplu taşıma araçlarına binerken sıraya riayet etmeleri. Hayranlığını yazarken eklemiş de ''Bunu İstanbul'da hayal bile edemezsiniz'' Hala öyle Ahmet Mithat Efendi.


Yola devam, Paris'e kongre sonrası daha uzun soluklu uğrayıp, müzeleri, caddeleri, Büyük Opera'yı, tiyatroları, en tepesine çıkmaya cesaret edemeyeceği Eifell'i de gezecektir. Paris'te ayak izlerimiz çok çakışır onunla. Şimdi yolculuk Berlin'e.


Unter Den Linden yani Ihlamurlar Altında Caddesi'ne hayran  olur. Evet ben de iki yıl önce gittiğimde hayran olmuştum. İki yanında ağaçlar, tarih kokan binalar. Demek ki araya koca bir dünya savaşı girmesine rağmen, Berlin hala güzel olmayı, hayran bırakmayı biliyor. 


Yola devam Kopenhag üzerinden, kongre şehri Stockholm'e varıyoruz. Çakıştık yine yazı makinesiyle. Kopenhag'da şık giyimli bisikletliler ordusunu, Stockholm'de kaldığımız evin olduğu eski kent sokaklarını unutmam. O da, dünyanın yeni yeni tanımaya başladığı telefon için çekilen kabloların sokaklardan, evlerin üzerinden geçişini örümcek ağına benzetip, gülünç bulur. 


Bir de sayfiye adası Drottningholm'daki yazlık sarayda akşam kralın verdiği ziyafetteki şaşkınlığını ekleyelim. Benim de ayak izlerim var o sarayın bahçesinde. Ne büyük bir bahçeydi, güneşten korunmak için kafama kağıttan külah yapmıştım. Ahmet Mithat Efendi'yse, etrafı pırıl pırıl aydınlatan lambalara takılmış; kırk yılda bir gelinen yazlık saraya hat çekilmesine anlam verememişti. Ama bu işin seyyar bir elektrik üretme makinesi (!) ile yapıldığını öğrendiğinde ilgisi daha bir artmıştı. Unutmayalım yıl 1889. 


Stockholm'de başlayan kongrenin ikinci ayağı Oslo'dur. Ben Norveç'in doğasına hayran, yazarımız fabrikalara. Kongre biter, yeni ahbaplıklar da doğar bu arada. Onlardan biri de Rus bir asilzade olup,Türklere olan dostluğu, İslamiyet'e saygısı ve bilgisi, kültürüyle takdir toplayan, kendisini  Gülnar olarak tanıtan, Olga Lebedeff'dir. Kongre sonrası, kongreye katılanlardan bir profesör ve kızıyla tekrar Berlin'e, sonrasında Madam Gülnar'la Paris'e seyahat eden A. Mithat Efendi, onu İstanbul'a da davet eder.  Madam Gülnar, daha sonra İstanbul'a gelir, Rusçadan çeviri kitaplar yapar, Türk okuyucusu ve aydın çevresindeki etkisi uzun yıllar sürer.


Yazarımız ve Madam Gülnar'ın sohbetleri edebiyattan resime müzikten sosyolojiye, giyim alışkanlıklarından, ülke kültürlerine  her konuda çeşitlenirken, İsviçre'nin dağları, göllerin etrafındaki köyler de dolaşılır. Cenevre'de onlardan yıllar sonra, ben de eşlik ederim gördüklerine. Leman Gölü'ndeki fıskıye  mesela. Choelho yazmıştı bir romanında, aslında su baskınlarını önlemek için yapılıp, sonradan görsel bir  simge olmuş şehre. Benim Cenevre'de unutamadığım, Fikret Mualla'nın bir tablosuyla karşılaşmak, küçük bir müzede.


Ve Viyana, Mozart'ın evini aradığım ara sokaklar, elmalı ştrudel gelir aklıma. Onlarsa orada ayrılırlar Gülnar'la. O Kazan'a, yazı makinesi Trieste'ye. Trieste, Italo Svevo'nun şehri. Zeno'nun Bilinci'nokuduğumda  sevdiğim, şehir tabelasını bile gördüğümde sevindiğim şehir. Tezer Özlü'nün sürdüğü izi de unutmam.


Ahmet Mithat Efendi, tüm bu geziyi, en ince ayrıntısına kadar yazar "Avrupa'da Bir Cevelan''da. Kitaplar yazmaya devam eder. Konu sıkıntısı hiç çekmez, gazedeki bir cinayet haberi bile, bir romana dönüşür onun kaleminde. Malum, şöhreti yazı makinesi. Gazeteden ayrılınca, gönüllü tarih dersleri  vermeye başlar Darüşşafaka'da. Ve bir gün okulda  nöbetteyken, ecel kapısını çalar, altmış sekiz yaşında.


'Cevelan'a gelince, merak edip bakmadıysanız eğer, dolaşma, dolanma, gezinti anlamında, Arapça kökenli bir kelime.

Yorumlar