AYAK İZLERİ ( Fatih)

 


Zaman zaman, çocukluğumuzda ayak izlerimizin olduğu sokaklara dalarız ya, geçen hafta öyle bir gün yaşadık kırk yıllık bir arkadaşımla. 


İkimizin de çocukluğunda, hatta arkadaşımın üniversite yıllarının sonuna kadar Fatih var. Onun Pasaport Şubesi'nde işi olduğu için Vatan Caddesi metro (Emniyet/Fatih diye geçer) çıkışında buluştuk  ve Akşemsettin Caddesi'nden yukarıya doğru yürümeye başladık. 


Güdük minareler pek hoşuma gider. Daha caddenin başlarında, sağda bir parkın içinde neredeyse kaybolmuş, güdük bir minare çarptı gözüme. 'Hadi şuna bir bakalım' dedim. Girişteki tabelayı okuyunca, bu küçük mescidin kendinin küçük ama adının dev bir ismi taşıdığını, Mimar Sinan'ın kendi hayratı için yaptırmış olduğu, 1918'deki Cibali-Fatih yangınında tamamen harab olmuş, 1976'da aslına uygun yeniden yapılmış Mimar Sinan Mescidi olduğunu öğrendik. 


Fatih'in ana caddelerinden Fevzi Paşa Caddesi'ne doğru yürüdüğümüz Akşemsettin Caddesi'nin Fatih Cami'si ile Vatan Caddesi arasında kalan kısmındaki semtin adı, eskiden Sarıgüzel'miş. Sarıgüzel, bana Mehmet Akif Ersoy'u hatırlatır. Milli şairimizin 1873'te doğduğu ve  yıllarca yaşadığı ev bu semtte idi. Eğer yanlış hatırlamıyorsam da ev iki kez yangın geçirmişti.


Biz iki mevsim yaşarız, kurak ve çamur dediği mahallesini, şair şöyle mısralara dökmüştü:

''....Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz,

     Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!.....''


Biz yukarı Fevzi Paşa  Caddesi'ne doğru, çamursuz, ılık bir havada  ilerliyoruz. Arkadaşımı bir başka camiye yönlendiriyorum, Mesih Ali Paşa'ya. Çünkü benim de, bir pasaport işlemi sonrası, şöyle bir etrafı dolaşayım dediğimde rastladığım bu caminin  içini kaplayan günbatımının ayva pişiği renklerini  unutamamışımdır hala..


Camiyi, 16. Yüzyılın hadım sadrazamlarından olan Mesih Mehmet Paşa yaptırmış ama, adı halk arasında Mesih  Ali Paşa olmuş zamanla. Çarpıldığım rengin büyüsü vitraylardan süzülüp, somon renkli kalem işleriyle katmerlenen gün batımı renkleri olduğundan, ikindi ışığı aynı renk şölenini yansıtmıyordu camide.


Çok yakında şaşaalı bir cami daha var, Osmanlının son yüzyıllarından. Peygamberimizin hırkasının muhafaza edildiği Hırka i Şerif Camisi, 1851 yılında Abdülmecit tarafından yaptırılmış. Bu camiyi de atlamıyoruz. Avluya açılan haşmetli kapıdan içeri girdiğimizde, oynayan iki çocuk ve üç kişilik bir aile ile karşılaşıyoruz.


Evet, Fevzi  Paşa Caddesi'ne geldik. Sağa, Fatih Cami istikametine dönüyoruz. Hedefimizde Malta Çarşısı, merakımda Şekerci Han var. Zira geçtiğimiz  kış okuduğum Safahat ve yazarının hayatıyla ilgili anekdotlar uçuşuyor beynimde.


Mesela Küfe şiirinde, kızıyla geldiği çarşı mutlaka Malta Çarşısı'ydı. Evinin üç sokak yukarısı, zamanının alışveriş merkezi. 

.......

Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;

Geçende Fâtih’e çıktık ikindi üstü biraz.

Kömürcüler Kapısı’ndan girince biz, develer

Kızın merâkını celbetti, dâima da eder:

.....

Der ve beş on gün önce, her zamanki alışkanlığı ile evden erkenden çıktığını, esprili bir dille mahallelerinin İstanbul'un kenarı olduğunu ama yüzme bilmeden sokaklarında gezilmediğinden dem vurur. 


Sonra, saçakların altından yürümeye çalışırken ayaklarına takılan küfeyi  gelip de tekmeleyen  çocuğa, neden tekmelediğini sorup, sebebini öğrendiğinde, ki çocuğun babası o küfeyi yıllarca sırtında taşımıştır ve çocuk aynı kaderi yaşamak istememektedir, şair de payını alır,

...

  Sakallı, yok mu işin.

  Git cehennem ol şuradan?

  Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?

  Benim içim yanıyor: Dağ kadar babam gitti...

  .....

İşte sonra, kızıyla çarşıda yürürken, arkasına dönüp baktığında, yalınayak, sırtında koca bir küfeyle o çocuğu görür. Çocuğun tekmelediği küfe sırtındadır. Şair şiiri bitirir,

  ....

 O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma’sûma...

 Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!


Şekerci Han merakımda da Mehmet Akif Ersoy var, bir başka ilginç kişilikle. Dışa bakan dükkanlar faaliyette olsa da, han şimdi kapalı ve restore edileceği günleri bekliyor. 15. yüzyılda yapıldığı tahmin edilen hanın, bazı açılardan  17. yüzyılda yapılmış olma ihtimali de konuşuluyor. 100 odalı handa, bir dönem Ahmet Hamdi Tanpınar da kalmış ama en ilginç siması Neyzen Tevfik bence. Neyzen Tevfik M.Akif'e ney çalmayı, Akif de ona Fransızcayı öğretirmiş.


Tüm bunları okuyup, bilip de Şekerci Han'ı gezememek olmadı ya, biz de Malta Çarşısı'nı gezelim o zaman. Bir girişi ana caddeden merdivenlerle, bir girişi de Fatih Cami batı tarafından olan çarşıya artık Suriye Çarşısı diyebiliriz, zira Malta off, Suriye in :). Evet, tabelaların çoğu Arapça (Belediye yakın zamanda Arapça tabelaları yasaklamış olmasına rağmen), çalışanların da hepsi değilse de çoğu  Suriyeli.


Bir şeyler atıştıralım diye, dışarıda da oturma yeri olan restorana oturduğumuzda, garsonunun getirdiği menü Arapçaydı. Kahve içmek için oturduğumuz Rami Kahve'nin de sahibinden çalışanına hepsi Suriyeliydi. Asıl işi çekirdek ve öğütülmüş kahve satmak olan Rami'nin önündeki taburelere oturup kahvemizi içerken, bize servis yapan on beş on altı yaşlarındaki Halepli çocuğun memleket özlemini yazmadan geçmek istemiyorum.


'Halep'e gitmiştim, çarşısı ve kalesi güzeldi' dediğimde, telefonunu çıkartıp, bana kalenin fotoğraflarını gösterirken, duyduğu özlemi hissettim. Babası şehit olmuş, annesi ve abisiyle dokuz sene önce Türkiye'ye gelmişlerdi. İçtiğimiz kahvenin de, aldığımız çekilmiş kahvenin de fiyatının ortalama piyasa fiyatından uygun olduğunu da belirteyim, eski adıyla Malta potansiyel adıyla Suriye Çarşısı'nda.


Ve geliyoruz çocukluğumda, ki dokuz yaşıma kadar Fatih'te oturmuştuk, annelerimiz Çarşamba Pazarı'na geldiğinde, avlusunda oturup onları beklediğimiz Fatih Camisi'ne. Çok büyük, pırıl pırıl bir avlu. Arkadaşımla ortak noktamız, ikimizin de etrafında onca yıl dolaşıp, caminin içine ikimizin de girmemiş olması.


Camiyi de geziyoruz, dualarımızı ediyoruz. Doğu Roma anıtı Kıztaşı'nın yanından geçip, yine Fatih'te Horhor'da oturmuş olan başka bir üniversite arkadaşımızın, Yeşil Tekke Çıkmazı'nda bıraktığı ayak izlerine bakacağız. Köşede çeşme vardı, evler bahçeliydi, bir de konak vardı, demişti. Bir bahçe kalmış, ama onlarınki değil, bahçeli evler gitmiş, dar sokakta iç içe apartmanlar sıralanmış çıkmazda. Konak ve çeşme yerli yerinde, ayak izi kalmamış Yeşil Tekke'de.


Varıyoruz Aksaray'a. Son duraklardan biri  Fatih devri camilerinden Muratpaşa. O da Afrikalıların buluşma  yeri adeta. caminin içinde halka olup oturmuşlar, neler anlatıyorlarsa birbirine. Akşam olurken Pertevniyal Valide Sultan'ın süslü camisi son durak. Çerkes asıllı valide, Abdülaziz'in annesi idi, kendisi de bahçedeki türbede.


Ve bu İstanbul turu da burada biteeer.

Yorumlar