'Şeş' i tavla oynayanlar bilir, kendileri altıdır, hele bir de zarın ikisi de şeşse, düşeş denir ki, âladır. 'Hane' evdir. O zaman 'Şeşhane' altı ev midir? Değildir, 'şeşhane' altı yivli bir tüfektir. Daha eski tüfeklerde bu yivler yoktur, boru gibi olduklarından adları kavaldır. Bir avcı kaval tipli bir tüfeğe yiv yerleştirmiş, ama umduğunu bulamamış, görenler de ' Bu ne ya, altı kaval, üstü şeşhane' demiş. Şeş, ufak bir değişikliğe uğrayarak 'şiş' olmuş, ama o cümle uyumsuz bir şey görünce, akla gelen bir deyim olarak kalmış.
Şişhane'deyim, adının tam olarak o tüfeklerle alakası olup olmadığına dair sağlam bir veri bulamadığım için, adı oradan geliyor, diyemeyeceğim, daha iyi bildiğim yanlarına ve yönlerine yöneleceğim.
Önce, anılmaya değer bir ustayla başlamak istiyorum yazıma. Neşat Fehmi Erdoğdu. Bir gazeteci onun için "Işığı giydiren adam" demiş. Aynen öyle, yıllardır ışığı, cam ve demirle giydiriyordu. Ben onun ürettikleriyle ilk kez, seksenlerin başında, Bankalar Caddesi'nin en yukarılarında, sağda, bir kaç basamakla inilen dükkanlarında karşılaştım. Oradaki avizeler, aplikler, ayaklı lambaderler bir başkaydı.
Sonra, kendi evimi döşerken gittiğimde dükkanını taşımıştı. İzini buldum, Şişhane'de Kıblelizade Sokağa taşınmıştı. İlk sohbetimiz o zaman olmuştu Fehmi Bey'le. Dükkana girildiğinde, tavanlarda, duvarlarda aslında birbirine benzeyen ama hepsi birbirinden bir şekilde farklı demir aksanı daha baskın olan, lale, gül, ya da mum formunda, uzun, kumlu, bazen renkli camlara bürünmüş ışıklar sarıyordu etrafınızı. Dükkanın en arkasında bir ofis masası, üzerinde birkaç kitap, yanlış hatırlamıyorsam, sanki bir de defter vardı. Bir de adını hatırlayamayacağım büyük bir köpek uslu uslu otıruyordu.
Güzel Sanatların Seramik Bölümü'nü bitirip, Almanya'da master yapmış, dönüşünde de üniversitede akademik hayata katılmıştı. Seksenlerde üniversiteden ayrılıp, seramiği bir tarafa bırakıp, Bankalar Caddesi'nde babasının avizeci dükkanında, abileriyle beraber işe koyulmuştu. Bana, bir bakışta, diğer dükkanlardakilere göre çok farklı gelen avizeleri orada üretmeye başlamıştı.
Yeni döşediğimiz evimizin avizelerinin yannda, çok hoş ve uzun bir sohbetle ayrılmıştık Fehmi Bey'in dükkanından. İmza gibi olan tarzı hemen kendini belli ediyor, ürettiği avizelere dekorasyon dergilerindeki evlerde rastlıyordum. Aradan yine yıllar geçmiş, bir kez de kuzenimin Riva'daki evi için Kıblelizade Sokak'taki dükkanı ziyaret etmiştik.
Bir sonraki gidişim, kardeşim ve kuzenimle, Şişhane'den geçerken ' hadi bir uğrayalım' niyetiyleydi. Bu kez, ayaküstü sohbette, Asmalımescit'te oturduğunu söylemiş, oralardaki eski yaşamlardan konuşmuştuk. Bizim programımızda 500. Yıl Musevi Müzesi'ni dolaşmak vardı. Neve Şalom Sinagogu'nu da kapsayan müzeden bahsedince, Fehmi Bey, 2003 yılında sinagogdaki patlamanın olduğu günle ilgili, yaralanmaktan nasıl kıl payı kurtulduğunu anlatmıştı.
Temizlikçi kadının açık bıraktığı banyo kapısını kapatmak için odadan çıktığında, oturduğu odanın camları patlamanın şiddetiyle kırılmış, odanın her yeri cam kırıklarıyla dolmuştu.
Ve o dükkana son gidişim bir ay kadar önceydi. Yine Şişhane'den geçiyordum, Fehmi Bey'e bir 'merhaba' demek istedim. Cama loş bir ışık yansıyordu, kapı da hafif aralıktı. Kapıyı biraz daha aralayıp, içeriye doğru bakınca, beyaz saçlı, yaşlıca bir kadının, elinde Fehmi Bey'in avize demirlerinden bir parçayla, sandalyede oturduğunu gördüm.
İçeriye girmeden, 'Fehmi Bey yok mu?' diye sordum. Kızgın bir bakış ve elindeki demir parçasıyla kapıya gelen kadın, 'neden herkes Fehmi Bey'i soruyor. Yok. Niye soruyorsunuz. Hergün birileri soruyor, yok, Fehmi Bey yok!' dedikten sonra, maskeme bakıp 'niye sizin yüzünüz kapalı' diye devam etti, sonra da kapıyı kapattı.
Neye uğradığını şaşıran ben, hemen bitişikteki kafenin elemanına durumu anlatıp, 'kim bu kadın, neden böyle davranıyor?' diye sordum. Kendilerinin de onunla bazı sorunlar yaşadığını, Fehmi Bey'in ablası olduğunu zannettiklerini ve rahatsız olduğunu sandıklarını ekledi. Fehmi Bey'i sorduğumdaysa, 'zaten hastaydı, vefat ettiğini duyduk' dedi. Işığı giydiren adamın, ışığı bitmişti.
Yoluma Asmalımescit'in İstiklal Caddesi tarafına doğru devam ettim. Bir dönemin ünlü meyhaneleri Refik ve Yakup'un (oldukları binaların) önlerinden geçtim. Ben 80-90'larını bilirim, her birinin daha eski hikayeleri de var aslında. Mesela Refik Aslan, daha onlu yaşlarında Hemşin'den gelip, abisinin çalıştığı Alman lokantası Fischer'de bulaşıkçı olarak başlamış işe.
1954'te kendi adını verdiği, bir dönem yazar, çizer takımının da çok rağbet ettiği Refik'i açmış. Bu dünyayı terk edeli on yıldan fazla oluyor. Oğlunun aynı çizgide devam ettirdiği meyhaneye, biz de en son, beş yıl önce, kalabalık bir gurupla bir kutlama için gitmiştik. O kutlamanın doktoru da, hastası da artık aramızda değil. Refik de iki yıl önce kapanmış.
Asmalımescit, adını gerçekten asması olan bir mescitten almış. Sofyalı Sokağın köşesinde, 1481 yılında, tersanede çalışan Yunus Ağa yaptırmış mescidi. O mescid de zamanla aralarda kaybolup gitmiş.
Asmalımescit 74'ü anmadan bitirmeyeceğim yazımı. Şekliyle de ilginçtir bu kitap. Bendeki baskının bir tarafından başlarsanız Garden Bar'ı anlatır Fikret Adil, bir tarafından başlarsanız da Asmalımescit 74'ü. O, kendi evinden gördüğü Beyoğlu'nun bohem hayatını anlatır, ama evinin 47 olan numarasında, ufak bir değişiklikle.
Kibar ve hoşsohbet Fehmi Bey'in dükkanındaki şoktan sonra, öyle ya da böyle renkli ve İstanbul'un sanatsal mekanlarını da bünyesinde barındırmaya devam eden Beyoğlu'ndaki günümü keyifle sonlandıracak bir yer için tercihim, Pera Palas'ın komşusu The Marrmara Pera'nın çatı katındaki, Haliç ve Ayasofya manzaralı Micla oldu.
Hayata...
Yorumlar
Yorum Gönder