Chopina Caddesi'ndeki elçilik binasının caddeye bakan, sütunların zenginlik kattığı balkonlu odasında, bin yıl sürecekmiş gibi yağan kardan bunalmış adam; bazı akşamlar, fonografa koyduğu Tanburi Cemil Bey plağıyla adeta mesafeleri yok edip, İstanbul'un kokusunu duyar.
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Birdenbire mes'udum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle
Sandım ki uzaklaştı kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!
Mart 1927, yani II. Dünya Savaşı'na daha yıllar var, Varşova yakılıp yıkılmamış. Yahya Kemal Beyatlı, orta elçi olarak üç yıl kalacağı Varşova'da, henüz bir yılını bile doldurmamışken "......Varşova dümdüz ovada bir şehir, insan dağ ya da deniz ufku görmeyince sıkılıyor....." diyor, A.Hamdi Tanpınar'a mektubunda.
Ben sıkılmadım, sevdim Varşova'yı. Gitmeden önce, sadece Krakow'a geçmek için mecburen konaklayacağımız bir şehir olacağını düşündüğüm Varşova'ya, daha çok gün ayırmadığıma neredeyse pişman oldum.
Yahya Kemal'in elçilik yaptığı dönemdeki bina ( II.Dünya Savaşı'nda tahrip olduğu için elçilik oradan taşınmış, o bina şimdi Norveç Elçiliği) Varşova'nın ünlü Lazienki Parkı'na çok yakın bir caddede. Bizim Varşova'da kaldığımız ev daha yukarıda, hem Stalin'in Polonyalılara hediye ettiği, Polonyalıların ise hiç sevmediği Kültür ve Bilim Sarayı olarak şehrin bağrına dikilen 42 katlı gökdelenin, hem de eski Yahudi Getto'sunun yanıbaşında.
Hitler'in taş taş üzerinde bırakmayacak bir hale getirdiği (şehrin %85'i kullanılmaz hale gelmiş) Varşova'da, eski bina diye baktığımız her bina, orijinallerine sadık kalınarak yeniden yapılmış. Binaların rekonstrüksiyonları o kadar başarılı yapılmış ki, tüm tartışmalara rağmen eski şehir, 1980 yılında Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi'ne alınmış. Ülkenin eski başkenti olan Krakow, Varşova gibi yerle bir edilmediğinden binalarının orijinal oluşu beni Krakow'a daha fazla zaman ayırmaya yönlendirmişti ki, Varşova'ya haksızlık etmişim 🙂
Şık ve modern döşenmiş küçük dairemizin arka sokağı, hemen hemen gettonun alt sınırında. 1939 Eylül'ünde, Polonya'yı savaş ilan etmeden işgale başlayan Almanya, birçok şehirde gettolar oluşturup, Yahudileri bu bölgelerde yaşamaya, 'Nihai Çözüm' diye adlandırdıkları operasyonla da, toplama ve ölüm kamplarında yok etmeye başlamış. Beş yüz bin kişinin üç buçuk kilometrekarelik bir alana doldurulduğu Varşova'da, sekiz dokuz kişi bir odada yaşamı paylaşmış. (Polonya'nın üçüncü büyük şehri Krakow'un nüfusu, günümüzde 779 bin)
Örgütlenen Yahudiler, 1943 Nisan'ında Varşova Ayaklanması'nı yapmış, ancak direniş çok çabuk kırılmış. Nazilerin, evlere alev silahlarıyla saldırmasını, kanalizasyonlara saklananlara zehirli gaz sıkmalarını, çocukların ekmek ya da yiyecek birşeyler bulmak için getto duvarlarındaki deliklerden sızdıklarında, çocuk olmalarına bakmadan vurulduklarını bilerek dolaşınca bu sokakları, herhangi bir Avrupa şehrini gezmekten farklı oluyor hissedilenler.
Kaldığımızın yerin bir sokak ötesindeki, savaş öncesinden kalan tek sinagog olan Nozyk'i, cumartesi ibadet günleri olduğundan, sadece dışarıdan görebiliyoruz. 1902'de açılan sinagog, savaş sırasında ahır ve yem deposu olarak kullanıldığından varlığını sürdürmüş, savaştan sonra restore edilerek tekrar ibadete açılmış.
Eski gettonun sokaklarına dalmadan önce, 19. yüzyılda Rus egemenliği altında iken Varşova'da yapılan ve o dönem dünyanın en büyük sinagogu olan Büyük Sinagog'dan da bahsetmeden geçmeyelim. Zira, Varşova ayaklanmasının hemen ardından, Nazi komutanı, sinagogu havaya uçuracak bombanın düğmesine basışını, oluşan duman ve renkleri tiyatro izler gibi nasıl zevkle seyrettiğini, daha sonra hapisteyken bir gazeteciye anlatmış.
Şimdi biz Zelezna Caddesi'nden yukarı, Chlodna Caddesiyle kesiştiği yere doğru yürüyelim. Nazi döneminde Yahudilerin yaşamak zorunda bırakıldıkları büyük ve küçük getto bölgelerini ayıran tahta köprü tam bu kavşaktaydı. Yahudiler, Aryan halkın arasına karışamazdı. Günümüzde köprünün olduğu yere sembolik metal ayaklar, kaldırımda da getto duvarlarının geçtiği yerlere, metal hatırlatma yazıları konulmuş.
Bu kavşağı geçince ilk apartmandan sonra, iki apartman arasında kalan ve sadece 92 cm. cephesi olan Keret Evi'ni görüyoruz. Etgar Keret, ailesi bu gettoda yaşamak zorunda bırakılmış, Polonya kökenli İsrailli bir yazar. Tüm dünya yazarlarının hizmetine sunulan bu küçük ev, aslında biraz da bölgede bir zamanlar yaşananlara sanat yoluyla dikkat çekmek için sanırım.
Sonraki durağımız, Polonya Yahudileri Tarihi Müzesi olan Polin. Büyük bir yeşil alanın içine yapılan, hem modern mimarisi, hem de zengin içeriği ile Varşova'da gezilmesi gereken bir müze.
Eski kente doğru biraz daha yürüyünce, Saski Park ve Meçhul Asker Anıtı'na geliyoruz. Yıkılmadan önce, Saski Park'ın yerinde olan sarayın bir kanadı, bir dönem okul olarak kullanılmış. Babası bu okulun Fransızca öğretmeni olan, küçükken bu bahçede koşuşturan çocuk, daha sonra klasik müzik dünyasının Chopin'i olmuş. Vücudu Paris'te gömülü olan Chopin'in kalbi, bir kavanoz içinde, eski kentin girişindeki Kutsal Haç Kilise'sinde saklanıyor.
Şiirle başlayıp, müziğe dokunarak, eski kente geliyoruz. Eski kentte, bizim mantıya benzeyen Polonyalıların ünlü 'pierogi' leriyle tanışıyoruz. Servisi milli giysileri içinde kızlar yapıyor. Yahya Kemal'in mektubunda arkadaşına yazdığı gibi 'Leh milleti güzel ve asil bir millettir. Zekidir, sevimlidir...' öyledirler de, servis yapmalarını biraz beklemek gerekir 🙂
Eski kentin büyük meydanında, insana üç yüz, dört yüz yıl önce yaşıyor hissini veren süslü at arabaları, turistleri gezdirmek için sıralarını bekliyor. Giysileri de arabalarıyla uyumlu her sürücünün yanında, bir de dönem giysileriyle bir kadın oturuyor.
Çok büyük bir daire çizerek yaya dolaştığımız Varşova'da, eski kentin bu tarafında, yolumuzun üzerinde, tanıdığımız bir isimle bağlantılı Bristol Otel'e uğramadan geçmiyoruz. Nazım Hikmet, Bursa'da hapisteyken başlayan aşkları, onun yurt dışına kaçmasıyla (oğulları Mehmet Nazım daha 2.5 yaşındayken) yarım kalan Münevver Andaç'la, Moskova'dan geldiği zaman bu otelde buluşmuş. Otelin lobisinde, otelde kalanların isimlerinin yazılı olduğu metal kulplardan biri de Nazım Hikmet için.
Münevver Andaç, Nazım Hikmet'in kuzeniydi. (Çoğumuzun bildiği gibi, Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım tarafından büyük dedesi daha sonra Osmanlı paşası olan bir Polonyalıydı) O, Varşova'ya geldiğinde Nazım'ın Moskova'daki hayatında artık başka bir kadın olduğundan yolları ayrılmış; liseyi Marsilya'da okuyup, çok iyi derecede Fransızca ve İngilizce bilen Münevver Hanım Varşova Üniversitesi'nin Türkiyat Bölümü'nde 15 yıl görev yapmış, Nazım da Moskova'ya Vera'sına dönmüştü. Merak edenler için, Münevver Hanım daha sonra Paris'e gitmiş, bir Fransızla evlenerek hayatına orada devam etmiş.*
Bristol Otel'in hemen üst tarafında, bizimle bağlantılı bir de heykeli selamlamadan geçmeyelim. Zira ülkesinin özgürlüğünü hiç göremeyen Polonya'nın milli şairi Adam Mickiewich, Kırım Savaşı'nda Osmanlı'nın yanında Ruslara karşı savaşan Polonyalılara katkıda bulunmak üzere İstanbul'a gelmiş, Dolapdere'de bir ev tutmuş (günümüzde müze olarak gezilebiliyor) ancak, üç ay kaldığı İstanbul'da kolera salgınında hayatını kaybetmişti.
O, halkını elini kalbinin üzerine koyarak selamlıyor, biz de onu selamlayarak, ertesi sabah Krakow trenine binmek üzere, eski gettonun kıyıcığındaki evimize dönüyoruz.
* Varşova Üniversitesi Türkiyat Profesörü Öztürk Emiroğlu'nun you tube'da Münevver Andaç'ın Vaşova'da yaşadığı ev ve hayatıyla ilgili videosunu izlemeyi öneririm.
Yorumlar
Yorum Gönder