SOKAKLARIN DİLİ OLSA (Edirnekapı, Karagümrük, Salmatomruk)

 



".....Gündüzden haber gönderemediğim için misafirliğe gitmişler!..Kalıyor muyum o gece yarıları sokakta.!....Devriyeler vızır vızır dolaşır. Sokaklar zifir karanlığı. ..Sıkı yönetimin en sıkı geceleri..Ev ev, sokak sokak bildiğim kesim, Karagümrük, Edirnekapı... İster istemez geceyi bu çok iyi bildiğim kesimde gidip gelmekle geçireceğim. 


Karanlıkta bir karış ötemi göremiyorum. Beni polis düdüklerinin radarı yönetiyor sanki... Düdük sesi nerden gelirse, ben tam tersine gidiyorum. Edirnekapı'dan Acıçeşme Sokağı'na saparken pusuda bekleyen devriyenin kucağına düştüm. Kulağımın dibinde çınlayan bir düdük sesi... Bomba gibi de bir buyrultu arkasından:


«<Kimsin sen!>>>

«Bir öğretmen!>>

Karşımda bir komser, yanında bir polis, bir de bekçi... «Adın?»

Herhalde doğrusunu söyleyecek değildim:

«Hilmi!»

Okulda bu adda iki öğretmen var, eğer birini tanırlarsa, öbür Hilmi diyebilmek için...

«Ver kimliğini!»>

«Yanımda yok!»>

<<Neden yok!>>

Daha da sokuluyor komser... Burnuna hafiften bir anason kokusu gelmiş olacak ki yüzünü buruşturuyor:

<<Neden yok yanında kimliğin? Sıkıyönetim bölgesi... Mecbursun taşımaya!..>>

«Taşıyordum, yanımdaydı, ceketimin cebinde...>>

Paltonun önünü açıp gösteriyorum. Görüyor, kış gecesi ceketi yok...." (Yokuş Yukarı'dan)


Bu satırların sahibi olan Hababam Sınıfı'nın yazarı Rıfat Ilgaz, bir dönem Karagümrük Ortaokulu'nda öğretmenlik yaptığı için, semti gayet iyi bilenlerdendi.  Evet, eski bir semti hem ana caddeleri hem ara sokaklarıyla, hem yüz yılları görmüş mekanları, hem de daha yakın zamanlardaki yaşanmışlıklarıyla,  rastladıkça anarak dolaşacağız. Edirnekapı, Karagümrük ve  Salmatomruk sokaklarındayız.


Camileri, kiliseleri hatta günümüze sağlam ulaşamayan sinagogları ile bir dönem demografik yapısı oldukça çeşitlilğe sahip olan surlara yakın bu bölgeyi, Karagümrük'ten başlayacağım anlatmaya. Semte ilk gidişlerim, hala çok sık görüştüğüm üniversite arkadaşlarımdan Emel'in, o yıllarda oturduğu semt olduğu içindi.


Emel'in Cici'm diye andığı, Marika isimli Rum bir komşuları vardı. Marika, ders çalışmak ya da proje çizmek için Emellerde olduğumuz günlerden birinde, arkadaşlarımızdan Aysın'ın  kahve falına bakmış, 'Evinize beklemediğiniz bir para gelecek' demişti. Gerçekten de, bir süre sonra Aysın'ın  babasının bankadaki mevduatına bir ikramiye çıkmıştı. Bankalar, 70'li yıllarda sadece para almıyor, arada bir veriyorlardı da.


Marika, kadersiz bir kadındı. İlk evliliğini bir İranlı ile yapmış, aile onu istemediğinden evlilik yürümemİş, çocuğunu alamadan Türkiye'ye gelmişti. İkinci evliliğini yaptığı Azeri Ahmet Bey ile Karagümrük'te oturmuşlar, ancak bu kez de, başka bir kadın için terkedilmişti. 


 "Marika, annemle cumaları Eyüp Sultan'a gider, Paskalya Bayramlarında da beni Fener Patrikhanesi'ne götürürdü. Çocuklarla girdiğim kırmızı yumurta kuyruğunda, patrik beni de kutsamak istediğinde, Marika 'o Müslüman' deyince, Patrik de, 'Çocuğun Müslümanı, Hristiyanı olmaz.' demişti."


Askerliğini yapmadığı için İran vatandaşlığından çıkarılan oğul, yıllar sonra aramış ve annesini bulmuştu. Benim gezme tutkumun tohumlarını, ülke ülke gezen komşu abimin "Dünyanın en güzel şehri Beyrut, en güzel kıyıları da Dalmaçya kıyıları" cümlesi atmıştır, der Emel.


İstanbul'un birçok eski semtinde olduğu gibi, Edirnekapı ve çevresi de, dinleri, ekonomik durumları, statüleri farklı insanların kaynaşarak oturduğu semtler olmuştu. Mesela, bir hukuk profesörü olan ve sonradan semtte bir caddeye adı verilen Ferhan Şensoy'un amcası Profesör Naci Şensoy, horoz döğüşü hastası olduğundan mahalleli ile bu döğüşleri izler, belki o da horozunu dövüştürür, kahvede onlarla oturup sohbet edermiş.


Semtte, bir tarihte oturanlardan biri de, hakim olan babası Trabzon'da görevliyken, Trabzon'dan Sivastopol'e yüzmeye kalkıp,  dokuz kez boğulma tehlikesi atlatan Aysel Gürel'di. Edebiyat Fakültesi mezunu, tiyatro yaptığı gençlik yıllarında işsiz kaldığında, kendisi gibi kızları Müjde ve Mehtap Ar'ın da açlığı çok iyi bildiği, kediler çöpleri karıştırırken patileri kesilmesin diye,  eski jiletleri gazetelere sarıp atan çılgın, söz yazarı Aysel Gürel eski bir Karagümrüklü. 


Söz yazarı deyince, bizimki gibi, belki daha çılgın bir söz yazarı da komşuda vardı. Ege'den göçenlerden olan  Eftihia da, çok parasızlık çekmiş, ilk evliliğinde mutluluğu bulamamış, sigarayı adeta yiyen, ama anında yazdığı satırları harika şarkılara dönüşen bir kadındı. Adını taşıyan film  de hem hoş bir seyirlik, hem de dinlemelik, izleyin.


Wiki der ki: "Karagümrük, 29 Mayıs 1453 Salı sabahı, Osmanlı ordularının bugünkü Edirnekapı girişini açmaları sonucu, Fatih Sultan Mehmet ve ordularının İstanbul'a girip, ilk ayak bastığı bölgede yer alır. İstanbul'un fethinin ardından, Osmanlı İmparatorluğu'nun en ünlü külhanbeyi olan Kara Davud yönetiminde, bölgeye giriş çıkışlar ve gümrük işlemlerinin kontrol edildiği bir geçiş bölgesi olarak kullanılan Karagümrük, aynı zamanda İstanbul'daki ilk Türk semtidir."


Edirnekapı'da, surların yanıbaşında iki ayrı uygarlığın  dini mabedlerini sadece analım geçelim. Mimar Sinan eseri Mihrimah Sultan Cami, hemen ötesinde Aya Dimitri Kilisesi ve caddenin diğer tarafında Kariye. Yani Chora Kilisesi, yani Kariye Camisi, günümüzde değiştirilen statüsüyle Kariye Müzesi. Tekfur Sarayı da surların yamacında.


Ana caddenin üzerinde,  Karagümrüklülerin hep iftihar ettikleri ama Hasan Ali Yücel'in bakanlığı döneminde Vefa Klübü'ne devredilen Karagümrüklülerin stadı, aslında Bizans döneminin açık su sarnıçlarından biri. 400'lü yıllarda yapılan Aetios Sarnıcı, kuraklık ve savaş dönemlerinde  şehrin su ihtiyacını karşılarmış, Osmanlı döneminde ise bostan olarak kullanılmış.


Stadın sol yanındaki Salmatomruk Caddesi'nden aşağı doğru ilerleyelim. Ama önce Salmatomruk'lu bir tiyatro sanatçısı 1866 doğumlu  Bedros Baltazar'ı anarak. Ömrünü tiyatroya adamış, özellikle Leblebici Horhor'daki rolüyle zamanının sevilen bir sanatçısı olan Baltazar, yalnızlığı tercih ederek yaşamış. Jübilesinden bir yıl sonra hayata veda eden sanatçı,  Şişli Ermeni mezarlığında, sanatçılara ayrılan bölümde, sonsuzluk uykusunda. 


1934 yılında, Muhsin Ertuğrul'un yönetmenliğinde filme de çekilen Leblebici Horhor'un, 2. Venedik Film Festivali'nde, Muhsin  Ertuğrul'un aldığı Onur Diploması ile, ülkemizin ilk uluslararası ödülünü alan film olduğunu da buraya ekleyelim. 


Oyunlarında genellikle Osmanlı döneminde sosyal hayatı, töreleri, inançları ve düşünceleri gülünç yanlarıyla anlatan Muhasipzade Celal  de (1868-1959) Macun Hokkası adlı oyununda  Salmatomruk'u mekan tutmuş.


Yürüyelim, cadde üzerindeki Muallim Naci İlkokulu'nun, adını aldığı Muallim Naci'yi de analım. Onun şair yönünü, eski şiire bağlılığını, Tevfik Fikret hatta Mehmet Akif'e öğretmenlik yaptığını edebi bilgi olarak yan tarafa koyup, eşiyle ilk karşılaşmalarını yazalım mı?  Muallim Naci'nin kısa ömrünü paylaştığı, Ahmet Mithat Efendi'nin kızı olan eşi Mediha Hanım'ı ilk gördüğü anda aşık oluşunun, Hikmet Feridun Es'in bir gazete arşivindeki yazısında okuduğum hikayesi şöyle;


"Ahmet Mithat Efendi,  her gün Babıali'deki  gazeteden (Tercüman ı Hakikat) çiftliğine,  Beykoz vapuruyla iskeleye gelip, bir kayıkla biraz daha ötedeki Hünkar İskelesi'ne geçerek, orada kendisini bekleyen arabasına binerek varıyor. Dikkat, on dokuzuncu yüzyılın sonlarındayız, araba at arabası 🙂.


Bazı günler, çok iyi ata binen, büyük kızı Mediha; bu arada, yazarımızın (Ahmet M. Efendi) Sofya'da iken evlendiği Servet Hanım'dan hepsini en iyi şekilde yetiştirdiği beş çocuğu var; saçlarını savura savura Hünkar İskelesi'ne gelip, babasını bekler, atıyla ona eşlik edermiş. Bir gün, yine babasını beklemeye geldiğinde bir bakmış, babasının yanında en beğendiği şairlerden, babasının gazetesinin edebiyat bölümünü idare eden Muallim Naci var. Yanlarına gitmemiş ama, o, on beş yaşın gençliğiyle, saçlarını savura savura gidişi, otuz beş yaşındaki şairin gönlünde aşk ateşini yakmış.


Hikmet Feridun Es yazısında, 'Beykozluların hala konuştuğu bir düğünle çiftlikte  evlenirler ve birbirine muhabbetleri, Muallim Naci'nin genç denecek, kırk dört yaşındaki ölümüne kadar sürer' diye aktarmış o günleri. Dikkat, tek çocukları olur, onun adı da Fitnat'tır."


Cumhuriyet'in ilk yıllarından bu yana eğitim veren Muallim Naci İlkokulu, bir ara ortaokul olarak da eğitim vermiş, günümüzde İlköğretim okulu olarak eğitim vermeye devam  ediyor.


İstanbul'da basım işlerinin ya gizli ya da padişah izniyle yapıldığı 16. yüzyılda, İtalya'da matbaacılık eğitimi gören Apkar Tıbir'i de analım buralardan geçerken. 1567'de, Karagümrük'te Kafe Mahallesi'nde şimdi Kefeli Cami olan Surp Nigoğayos Kilisesi'nin bodrumunda, İtalya'dan getirdiği gerekli malzeme ile kurduğu matbaada, iki yıl, dilbilgisi, takvim ve dini kitaplar basmış.  


Hatırlayalım, Macar asıllı İbrahim Müteferrika Osmanlı'da Türkçe basım yapan ilk matbaayı, dini eser olmaması kaydıyla, şeyhülislamdan izin alınarak, 1727'de ancak kurmuştu.


Şimdi, Salmatomruk'un adının nereden geldiğine bir bakalım. Salmatomruk, Osmanlı dönemi gece yarısı sokaklarda dolaşan başıboş kişilerin getirildiği yer. Ama daha detaylı  araştırdığımızda, Osmanlı'da tomruk cezası diye bir ceza olduğunu görüyoruz. 


"Tanzimattan sonra kaldırılan tomruk cezasında, büyük bir ağaç kütüğünün yuvalarına suçlunun ayakları sokulur, kilitlenirdi. Bazen de suçlunun başı dışarda kalmak üzere bütün gövdesi tomruk içine konur, suçunu söyleyinceye kadar bunun içinde kalırdı."


Salmatomruk Caddesi'ni bitirip sola doğru yöneldiğimizde, fetihten sonra Makedonya'nın İştip şehrinden gelen Yahudilerin, yüksek duvarların ardında, sadece çatısını görebildiğimiz ahşap İştipol Sinagogu çıkar karşımıza. 


Bizans döneminde İstanbul'da yerleşik olan Romanyot Yahudileri ile kaynaşan Sefarad Yahudilerinin  kullandığı bu sinagog, daha sonra büyük bir yangında yanar. Yanan binanın, 1899'da tekrardan ve yine ahşap olarak yapıldığının sabitliği, padişah fermanı ile. Günümüzde ibadete kapalı olan, bahçe içindeki bu dini yapı ve karşısındaki üçüz ahşap evler, günümüze birer kültür mirası. 


Biraz daha Ayvansaray'a doğru yürüdüğümüzde Hoca Şakir Sokak'ta gösterişli bir kapı çıkar karşımıza. Bir kaç yıl önce bazı densizlerin ateşe verdiği anıtsal kapının arkasında, yine Osmanlı döneminde Makedonya'nın Kasturya'sından gelen Yahudilerin yaptığı Kasturya Sinagogu vardı. 


Ahşap bina, cemaatın da azalmasıyla  zamanla yıkılmış, arsa 90'larda Vakıflar tarafından kiraya verilmiş, otopark olarak kullanılmış. Bir kaç yıl önce Vakıflar tarafından binanın temelleri ortaya çıkarılmış, kültür amaçlı hizmet vermek amacıyla başlayan çalışmaların devamıysa ne yazık ki gelmemiş.  Aynı sokakta sinagogun kapısının karşısında  kendini farkettiren bina da, din eğitimi verilen okulmuş.


Eğimli arazide aşağı doğru inen yollar takip edilirse, Ayvansaray'a varılır. Oradan,  Haliç'e paralel yürünürse, İstanbul'un yapısal olarak eski kimliğini belki de en çok koruyan semtleri Balat ve Fener'e gelir peşpeşe. Aşağılara inmeden, Draman tarafına doğru, başka bir yazıda anlatacaklarım var.

Yorumlar