Dedemin doğduğu yıl, Osmanlı döneminde, askerliğin altı yıl olduğu yıllara rastlar. Dedem İbrahim, 1901 yılında doğduğunda, babası Mecit de, ya mecburi askerliği için, ya da seferberlik nedeniyle, ailesinin yanında değildi. Emine Halam, büyüklerinden duyduğu o hikayeyi şöyle aktarıyor.
"Dedem Mecit'le, büyükanam Sakine'nin evlendikten sonra, yedi yıl çocukları olmamış. Dedem, 'Allah'ım, bana bir çocuk ver de, kör, topal olsun razıyım' diye dua edermiş."
Dua ederken, yani evrene mesaj gönderirken, söylediklerimize dikkat etmeliyiz. Çünkü, dedem İbrahim doğduğunda, gözleri ak, fiziksel yapısı da normal değilmiş. Halam, anlatmaya devam ediyor;
"Babam doğduğunda, babası askerdeymiş ve bir daha geri dönmemiş, yani çok istediği çocuğunu görememiş. Büyükanam, babamın gözlerini okutmuş, yalatmış! Biraz büyüyünce, onu sırtında Tepe Camisi'ne götürmüş. Babam, orada Kur'anı ezberlemiş, hocalığı öğrenmiş. Sonra, hem Tepe Cami'sinde, hem başka köylerde hocalık yapmış."
Hamzaoğulları diye anılan ailede (babalarının adı Hamza mıydı, diye düşünüyorum ama, öyle olsa ailede bir erkeğin adı da Hamza olmaz mıydı? Benim bildiğim sülalede hiç Hamza yok!) dedemin babası Mecit'in, Ali ve Süleyman adında iki erkek kardeşi, bir de kız kardeşi varmış. Senoz Vadisi kökenli (ama hangi köy, tam olarak öğrenemedim) olan kardeşler, Mayrava'ya gelir (ama ne sebeple, üç kardeş de gelir?) orada Lurçoğullarından aldıkları araziye yerleşirler. Bu arada kızkardeşlerini de, o aileye gelin ederler.
Mecit'in tek oğlu dedem İbrahim, Ali'nin tek kızı Nadire Hala doğar. Her ikisinin de tek çocuk olarak kalmasının sebebi, Ali'nin de kardeşi Mecit gibi askerden dönmemesi. Diğer kardeş Süleyman'ın üç oğlu olur, Hamit, Kemal ve Mustafa.
Nadire Hala, Süleyman Amca'sının oğlu Hamit'le evlendirilir. Diğer oğullardan Kemal, Kaleli Hala'yla, Mustafa da Feride Hala'yla evlenir. Böylece, Hamzaoğulları, Mayrava'ya yerleşerek, nesillerini sürdürürler.
Tekrar dedem İbrahim'in hikayesine dönersem. Kütük bilgimizde, dedemin babasıyla ilgili hane maalesef yok. Ama, dedemin hocalık yaparken, halamın dediğini yazarsam "muska yapti da" diyerek evlendiği babaannemin ailesiyle ilgili kütük bilgisinden, babaannemin anne ve babasının Toleniç'ten olduğunu öğreniyorum. 1916 yılında, yani Osmanlı döneminde, Enver Paşa'nın emriyle köy adları değişince, babaannemin köyü Toleniç'in adı Yeşiltepe olur.
1899 Doğumlu babaannem Havva (ki, gelin geldiği Mayrava'da Tolo Hala diye anılır) annesi Fatma Yeşilırmak (1874-1952, anne adı Hatice, baba adı Ali, Yeşiltepe doğumlu), babası Yusuf (1875 Yeşiltepe doğumlu, kütükte 'gaip' olarak geçiyor, yani o da gidip gelmeyenlerden, anne adı Fatma, babası Mustafa) güzel bir kadındı. Dedem gibi, gözleri görmeyen, bastonla yürüyen biriyle nasıl evlendi diye kendi kendime sorduğum soruya, halamın verdiği cevabı yukarıda yazdım. Sevda bu, demek ki olabiliyor.
Havva ve İbrahim çiftinin üç kızı, üç de oğlu oluyor. Halalarım Hatice, Emine ve Sakine, amcalarım Süleyman, Mecit ve babam Ahmet. Ve onların çocukları, yani benim de içinde olduğum jenerasyon, onların da çocukları, hatta günümüzde beşinci jenerasyon devam ediyor.
Dedemi beş altı yaşlarımdan itibaren hatırlıyorum. Çünkü, o yaşlarımdan başlayarak dedem, bazı yıllar İstanbul'da bizim evde, bqzı yıllar da Çayeli'nde Mecit Amca'mlarda kalıyordu. Evde oturduğu yer hep sabitti, bizi dizinin dibine oturtur, sureleri ezberletirdi. Ders gibi bu her gün olurdu. Onun sayesindedir ki, bugün hala bütün sureleri Ayetel Kürsü'ye kadar ezbere bilirim.
Dedemin en sevdiği şeylerden biri, kışın gaz sobasının üstüne çıkıp oturmaktı. Ayarını eliyle kontrol eder, uygun sıcaklıkta, hafifçe kenarına ilişirdi. Daha çok Fatih'te oturduğumuz zamanlar, apartmanda oturan akrabalarımızdan şakacı genç kızlar, sessizce sobanın düğmesini biraz yükseltince anlar, eli hemen ayar düğmesine giderdi.
Bahçelievler'e taşındığımız zaman (1967) dedem, sonradan misafir odası yaptığımız odada yatardı. O odanın adı, hiç bir zaman misafir odası olmadı, otuz sene sonra bile adı 'dedemin odası' ydı.
Ayağında her zaman mesleri vardı, başına bazen sarığımsı bir şey sarardı. Ona İbrahim Efendi diye de hitap edenler olduğunu hatırlıyorum. Bazı akşamlar, babam ona kitap okurdu, en sevdiği şeylerden biri de oydu. Koku severdi, küçük yuvarlak kutuda, krem gibi kokuları olurdu, belki de hacı yağı mıydı? Onu sakallarına sürer, sonra da itinayla sakallarını tarardı.
Hastalandığımız ya da aksi bir durum olduğunda bizi okurdu, okurken bileğimizi ovardı. Yüzümüze doğru üflerdi. Annem yemeğini tepsiyle önüne koyar, o el yordamıyla kaşığını alır, hiç dökmeden yemeğini yerdi. En çok şaşırdığım şey de, tabağında bir pirinç tanesi bile kalmazdı.
Yanlış hatırlamıyorsam 1970'ten sonra hep Çayeli'nde kaldı. Süleyman Amca'mı, Almanya'da bir iş kazasında kaybedince, 1971 yılında evlat kaybetmenin acısını da yüklendi. Dedemi 1973. babaannemi 1986 yılında kaybettik.
Not: FB sayfamdaki AKRABALAR ALBÜMÜ'ne sizler de aile büyüklerimizin elinizdeki fotoğraflarını ekleyerek ve yorumlarda o kişilerle ilgili bilgi ve belki bir anınızı paylaşarak, ortak bir hafıza yaratmamızı sağlayabilirsiniz.
-Bu yazıyı hazırlarken, direk ya da dolaylı bilgi aldığım Emine Halama, Birsen'e Birsen Sözer Yelkenci Rıfkıye Nursel Balci ve Alibey'e Ali BaLcı , Huriye Yengeme Balcı Balcı Zeliha ve Bedriye Abla'ya çok teşekkür ederim.
Fotoğraflar için de Fahrettin'e Fahrettın Balcı tşk. ediyorum
Yorumlar
Yorum Gönder