Biri, köşe başını tutmuş, bir duvarı Roma döneminden kalan surların bir parçası olan büyük bir bahçenin sokağa bakan köşesinde, iki katlı, cumbalı, eski Antalya evlerinin "Kim geldi penceresi" eksik olmayan, terkedilmiş gösterişli bir 19. yüzyıl konağı.
Diğeri, onun karşısında, yokuş aşağı inen Mermerli Sokak'ın sağ yanında, yine iki katlı, bahçeli, cumbalı cephesi sokağa bakan, yaşı da, kendi de komşusundan biraz daha küçük, bir başka terkedilmiş konak. Antalya'nın ağır toplarından Lülüler'in ve Bileydiler'in konaklarından, daha doğrusu, bizzat kendilerinden bahsedeceğim size. Hemen baştan söyleyeyim ki, şu anda her iki konağın mülkiyeti de, Rixos otellerinin sahibi, Fettah Tamince'de.
İki yıl önce, Antalya Kaleiçi'ni dolaşırken, tesadüfen bu konakların olduğu sokağa düşmüş, o günlerde sürmekte olan bir sanat etkinliği kapsamında, bu binaların önlerindeki yerleştirmelere (enstelasyon) rastlamıştım. Bileydi Konağı olduğunu daha sonra öğrendiğim konaktaki yerleştirmeden etkilenmiştim. Çünkü, görsel bir şey yoktu, ama zincirle kapatılmış olan kapının ferforjelerinin arasından bakınca, sanki mutfakta konuşup gülen iki kadınla, derinden gelen bebek ağlaması ve çocuk sesleri duyuluyordu. İnsanları gitmiş, duvarları kalmış bir konağa hayat vermeye çalışmıştı sanki sanatçı. Hani, duvarların dili olsa misali. Karşısındaki Lülüler'in konağındaysa, kapının önünde sokağa inen üç basamağın üzerine yerleştirilen iki çocuk figüründen başka bir şey yoktu.
Şimdi, bu iki aileyi biraz tanıyalım. Bileydiler'den başlamak istiyorum, zira on yıldır bir yakınım oturduğu için çok sık gittiğim Antalya'nın Konyaaltı semtinde, elimi sallasam Bileydi olan ya bir binaya, ya okula, ya camiye, ya parka ya da sokağa çarpıyordum. Kim bunlar acaba diye merak edip, detaylı bilgi alamadığım Bileydiler'i, şehir merkezine gittiğimde Antalya Kültür Sanat'ın Kütüphanesi'nde, Antalya'yı anlatan bir çok kitabı olan Hüseyin Çimrin'in kitaplarında buldum.
Ailenin, hakkında bilgi sahibi olunan ilk ferdi olarak Mehmet Kaptan için, kereste ticareti yapmak üzere, Mısır'dan Antalya'ya gelen bir Arap olduğu yazılıyor. Hatta Dimyatlı olduğu doğrultusunda da bir bilgi var. İleriki yıllarda oğlunun kurduğu Mursi Çiftliği'nde pirinç ekimi yapıldığı göz önüne alınırsa, Dimyat'la bağ kuvvetli gözüküyor.
İngilizlerin, sömürgeleri olan Arap ülkelerinde oluşturacağı demiryolu ağı için, travers yapılmak üzere bol keresteye ihtiyaç olduğundan, kereste ticareti, dönemin karlı işlerinden biridir. Mehmet Kaptan'ın gemileri, Akdeniz Bölgesi'nin de sedirleri, çamları, yani bol bol kerestesi vardır.
Ailenin bir kolu geride bırakılarak, Antalya'ya doğru yola çıkılır. Ancak, o dönem Antalya'da kereste ticareti büyük çapta Lülüler'in elinde olduğundan, Mehmet Kaptan ve kardeşi Alanya'ya yerleşir (1882). Ailenin asıl gücü, Kaptan'ın oğlu Mehmet Mursi zamanında, Ömer Lütfü Lülü'nün yani karşı konağın sahibinin ölümünden sonra artar.
Alanya'dan Antalya'ya gelen Mehmet Kaptan ve oğulları, Antalya çevresinden kestikleri ağaçları, Çakırlar civarında Boğaçay'a indirip, Konyaaltı sahilinden gemilere yükler, Mısır'a gönderip satarak, servetlerine servet katarlar. Onun ölümünden sonra oğullarından Mehmet Mursi Bileydi, sadece kereste ticaretiyle kalmaz, tahıl ticaretine de girişir. Boğaçay'dan Hurma Köyü'ne doğru parça parça, toplamda dört bin dönümlük arazi satın alarak, meşhur Mursi Çiftliği'ni kurar.
Atatürk'ün, Mehmet Mursi Bileydi'nin ünlü Mursi Çiftliği'ni 1930 yılında ziyaret ettiğini biliyoruz. Atatürk, Antalya'yı iki kez (ikincisi 1934'te) ziyaret etmiş. Bunların ilkinde, Mursilerin Boğaçay'dan başlayıp, Hurma köyüne kadar uzanan çeltik tarlalarını da görmek istemiş. Oldukça modern sistemlerin kullanıldığı çiftlikte çalışanların hepsinin Arap olması, Atatürk'ün öfkelenmesine sebep olmuş. Bileydiler'in Mısır'dan getirdikleri 800 kadar kişiyi çiftliklerine yerleştirip, çalıştırmalarının devamıdır ki, günümüzde Boğaçay'ın hemen yanındaki yerleşimin adı Arapsuyu'dur.
Atatürk, çiftliği teknik olarak beğenmesine beğenmiş ama, Arapları orada görmek hoşuna gitmediğinden, çiftlikte hazırlanan öğle yemeğine katılmayıp, kırlık alanda bir şeyler atıştırmayı tercih etmiş.
Lülüler'le bir dönem ortaklık da yapan, belki de o zaman komşu olan Bileydiler, daha sonra rakip olmuşlar. Ömer Lütfü Lülü'nün ölümünden sonra, ki bu olay 1912 yılında olmuş, kereste ticaretindeki güç Bileydiler'e geçmiş.
Sıtma gibi hastalıkların artması nedeniyle, pirinç tarlaları 1950'lerde pamuk tarlalarına çevrilmiş, Mehmet Mursi'nin ölümünden sonra da (1970'ler) bir bölümü varisler tarafından parsellenip satılmış. Çalışanlarına düşük ücretle satılanlar olduğu gibi, karşılıksız verilenler de olmuş. Ama yine de, bugün Antalya'nın en değerli semti olan Konyaaltı'nda Bileydiler'e ait siteler, apartmanlar o kadar çok ki, Antalya ormanlarının kerestelerinin bereketinin sürmeye devam ettiğini, rahatça söyleyebiliriz.
Ailenin daha sonraki atılımcı fertlerinden biri, arazinin bir bölümünü Fransız bir parfüm şirketine kiralar. Şirketin oluşturduğu yasemin bahçesinin yaydığı kokuları, yaşı ellileri süren Antalyalılar'ın hala hatırladığını, benim de Konyaaltı'nda bir iki apartmanın bahçesinde duyup bayıldığımı, güzel bir anı olarak buraya eklemek isterim.
Lülüler'e gelirsek, onların, geçmişleri Moğollar dönemine kadar geriye giden bir hanedanın devamı oldukları kaydı var. Antalya'ya gelişleri, büyük ihtimalle Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın oğlu İbrahim Paşa'nın, Antalya'yı fethi döneminde, Mısır'dan getirtip buraya iskan ettirdiği tüccar ailelerden oldukları yönünde (1840'lar). Ailenin Antalya'da ticaret yapan ilk ferdi olan İbrahim Lülü (Lülü, Arapça inci demekmiş) Mısır'dan kahve ve şeker getirip Antalya ve Isparta'da satıyormuş. Aynı zamanda Antalya Meclisi'nde de aza olan İbrahim Ağa Lülü'nün, şehirdeki kendisi gibi Mısırlı olan tüccarlarla da ortaklıkları varmış.
Ailenin ikinci ve üçüncü kuşakları kereste ticaretinde ihtisaslaşmış, şehrin idari makamlarında da yer alarak, işin tüm nimetlerinden faydalanıp, servetlerini arttırmışlar. Antalya'daki üçüncü kuşak Lülü olan Ömer Lütfü Bey, sadece serveti değil, idare meclisi üyeliği, Antalya Ticaret Odası Başkanlığı ve Belediye Başkanlığı da yaparak ailenin itibarını da arttırmış.
Ancak, hem idari görevleri, hem de ticari ilişkileri nedeniyle hakkında çok şikayetler olan Ömer Lütfü Lülü, bir seferinde, Selimiye Kışlası'nda hırpalanmasına rağmen, her seferinde kollanmış ve sıyrılmış. Ta ki, 1912 yılında, elli iki yaşındayken, hiç de iyi davranmadığı söylenen işçileri tarafından, tuzağa düşürülüp öldürülünceye kadar. Lülü'nün borçlandırarak çalıştırdığı söylenen Tahtacılar tarafından, para tahsili için gittiği Manavgat'tan dönerken darp edilmiş ve öldüğü düşünülerek yol kenarına bırakılmış. Haber alınıp Antalya'dan gönderilen doktor heyeti, başına gelen her olaydan bir şekilde sıyrılmayı başaran Ömer Lütfü Lülü'yü hayata döndürmeye yetmemiş.
Köşedeki görkemli konağın efendisinin terekesi bir hayli yüklü olduğundan, alacaklıların yanında, ki bunların arasında Mehmet Mursi Bileydi de var, mirasçılar da üşüşünce, evin hanımı kurtuluşu, davaya bakan reisle evlenmekte bulmuş! Sonra ne mi olmuş? Benim öğrenebildiğim, hanım da biraz erken ölünce konak reisin ailesine kalmış. En son kimde olduğunu da yukarıda yazmıştım zaten.
Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi'nde, Londra ve Paris'i, soyluları, ezilmişleri anlatır ya bize, ben de İki Evin Hikayesi'nde bir şehirle, muktedirlerinden ikisini anlatmaya çalıştım size.
Hikayesiz ev olur mu?
Kaynaklar: Hüseyin Çimrin /Bir Zamanlar Antalya
Evren Dayar (Tez)
Yorumlar
Yorum Gönder