(22 Ağustos 2023, aramızdan ayrılışının ilk yıldönümü olacak)
Bir insan, daha altı aylık bir bebekken annesini kaybettiği, sadece bir yaşını yaşadığı evi, niye hiç unutmaz, niye yılda bir kaç kez o sokağa, o eve gider? Niye Salacak'taki evinin pencerelerinden hep, o doğduğu evin olduğu Namahrem Sokağı görecekmiş gibi, Süleymaniye'ye bakar?
Evet, kendisinin de söylediği gibi 'Penceremden bakınca o kubbeleri görüyorum. Gözümün önündekini görmeyeyim mi? Çok Müslüman olduğum için mi koyuyorum o minareleri. Hayır, hiç değil. Gözümün önünde onlar var.' dediği, İstanbul'un siluetini çizen kubbeler tuvaline yansıyor ama, ben o uzun uzun bakışları ve ziyaretleri öğrendiğimden bu yana, arkasında, çocukluğunun dile gelmemiş izleri mi var diye, hep merak etmişimdir.
Bir zamanların ünlü Türk opereti Lüküs Hayat'ta geçen bir cümleye hiç dikkat etmiş miydiniz acaba? 20.Yüzyılın iki büyük akımından biri olan Geometrik Soyutun tutkulu bir savunucusu olan Adnan Çoker, bir ropörtajında, modern resmin Türkiye'ye geliş tarihi hakkında konuşurken, o cümleyi yineleyince benim dikkatimi çekmişti.
"Peki nedir kübizm? Analitik desen biçimi? Çallı'da var mı bu? Yok! İlk defa, analitik resim anlayışı giriyor Türkiye'ye, sonra onlara Cemal Tollu katılıyor. Fakat uzun sürmüyor; çünkü Türkiye, böyle ağır, ciddi konuları kaldıramaz. Ama bu bir başlangıç oluyor ve sonra o kadar yaygınlaşıyor ki Kübizm. Bakın size bir şarkıdan örnek vereyim, 'Şişli'de bir apartman yoksa eğer halin yaman, nikel, kübik mobilyalar' Gördünüz mü? Kübizm, operetlere girmiş."
Düşündüğünü hiç eğip, bükmeden söylediği için Türk resim sanatının, bazılarınca huysuz ressamı Adnan Çoker'i, ölümünün birinci yılında anmak için yazmak istedim bu yazıyı. Yazmak istedim, çünkü Adnan Çoker, 80'li yıllarda, Atatürk Kültür Merkezi'nin arka üst katındaki büyük resim galerisinde açılan sergileri gezip, tablolarından tanıdığım bir kaç ressamdan biriydi. Siyah ve ışıktı onun tabloları.
Onun tablolarında, siyah hep başrolde oldu. İster evren diyelim, ister hiçlik. O siyahın içinde, bazen bir pembe, çoğu zaman mor, bazen sarı, hafif degrade olmuş renkler, ışığa dönüşüyordu sol eliyle. Evinin duvarındaki tablolardan birini anlatırken, 'Ben bu tabloyu ona inat yaptım, bakın, bu köprü. İki tarafta kubbe, onları bu kırmızı çizgiyle bağladım. Bu bir köprü.'
Kızdığı konu, Leonardo Da Vinci'nin, İstanbul'a bir köprü yapmak için, padişahlardan birine teklifte bulunması ve kabul görmemesi. 'Fena mı olurdu, bu büyük dehanın İstanbul'da bir eserinin olması', diye söyleniyordu hoca.
Aslında, öyle çok şeye söyleniyordu ki, "Türkiye'de ressam, messam yok" diyecek kadar. Evet, Nejad Devrim iyi bir sanatçı ama Fahrelnisa Zeid, e, eh. Zaten Nejad anlamış, beğenmez annesini, bile diyor.
Guernica'nın önünde geçirdiği saatler, Leonardo'nun hem doğduğu, hem öldüğü yerlere yapılan geziler, müzelerin dükkanlarından daha müzeyi dolaşmadan 'ya sonra kalmazsa telaşıyla' alınan kitap ve heykelcikler, ona eşlik edenlere tabloları en ince ayrıntısına kadar anlatılıp, sonra onları sorguya çekmeler, hocanın değişmez alışkanlıkları.
Adnan Çoker'in, 1927'de Süleymaniye'de başlayan yaşamı, 1928-1942 babasıyla Samatya'ya, bir yıl kadar Afyon Lisesi'ne ve resim öğretmenlerinin yönlendirmesiyle yine İstanbul'a uzanır. Güzel Sanatlar Akademisi'nde önce Şefik Bursalı , sonra Zeki Kocamemi'nin talebesi olur. Kocamemi'nin 'Şansı yaver giderse, ileride herkesin tanıdığı bir ressam ve öğretmen olabilir.' dediği talebesidir, 1951'de okulu birincilikle bitirdiğinde.
Askerlikten sonra, 1955'te burs kazanarak Paris gider. 1955'in Paris'i. Şöyle bir baktım o yıllarda Paris'te neler oluyordu, diye. Mesela, Brigitte Bardot "Et Dieu...Crea La Femme" ı yani " Ve Tanrı..Kadını Yarattı"yı çevirmişti. Arabalar 50'li yılların şişko Amerikan arabalarıydı. Kadınlar kabarık elbiseler giyiyordu. Seine Nehri'nde yine mavnalar işliyor, kafeler dolup taşıyordu. Adnan Çoker, dik yakalı kazağıyla Paris'in yaşantısına çok da güzel yakışıyordu.
Ve sonra Paris'i hep sevdi. Venedik'i de öyle. Kitapları sevdi, odasının dört duvarını dolduracak kadar, cazı, kahvaltı öncesi, klasik müziği akşam yemeği öncesi dinlemeden oturmayacak, kolleksiyonlarını yapacak kadar sevdi. Ve siyahı da çok sevdi, siyaha boyattığı yemek salonun kapısına, bir de 'Siyah Salon' yazan metal plaka astı.
Paris'te, önce başladığı atölye, Andre Lhote'ün atölyesiydi, 'Bayatlamıştı o hoca, üç ay çalıştım orada, sonra daha serbest çalışan bir hocanın atölyesine, Henri Goetz'in atölyesine geçtim.' diye anlatıyor o günleri.
1958'de İstanbul'a dönüyor, mavi resimlerine başlıyor, İstanbul'un mavisini keşfetmiştir çünkü. Bir kez daha Paris'e gitti. Döndüğünde akademide asistan olarak çalışmaya başladı. Öğrencilerine, seyirci önünde müzikle resim yapma gösterisini yaptırdı. İki ressam onun için önemliydi, Malevich ve Mondrian. Mondrian, çok sonra tedavi gördüğü hastanenin beşinci katından atlayıp, intihar edecekti.
1964'te Fransız bursuyla tekrar Paris'e gitti. Siyah fonlu resimlere başladı. Bir yıl sonra yine akademiye döndü. 1966, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, yüksek resim bölümü hocalığı, 1969 doçent, 1976 profesörlük kariyerleri. Resim ve Heykel Müzesi'nde müdürlük, iki yıl sonra istifa.
1983'te adı artık Mimar Sinan olan akademide resim bölümü başkanlığı, iki yıl sonra yine istifa ve nihayet 1995 yılında akademiden emeklilik. Son hayat arkadaşı ile de orada tanışmıştır. Asuman Çoker bir röportajda, "Akademinin Osman Hamdi Salonu, benim için çok önemlidir, hocayla ilk orada karşılaşmıştım ve son yplculuğuna da oradan gitmesi anlamlı oldu." demişti.
Adnan Çoker bir sergide tablolarını yerleştirirken bile, boşlukları sergiye dahil ederdi. Tabloları birbirine ne çok uzak, ne çok yakın tutar, hatta bazen bir kaçını birleştirirdi. Kendisi bunu, '1961'de Paris dönüşü ilk sergimi, Türk Alman Kültür Merkezi'nde açmıştım. Orada tabloları yerleştirirken de bazılarıyla geometrik formlar oluşturmuştum. Ben , o sergiyi, Türkiye'de ilk ciddi enstelasyon sergisi sayarım." diye anlatır. Ve ekler, "Benim için güzel bir resim, her şeyden önce, yerini bulduğu zaman güzeldir. Yerini bulmamışsa, Mona Lisa da kendini göstermeyebilir."
Adnan Çoker siyahtı. Işığı, siyahta parlıyordu. Türk Modern resminin yaşayan efsanesiydi, 22 Ağustos 2022'ye kadar. Yaşasaydı, ekim ayında, doğum gününde bir sergi planlanıyordu. Eşi, yirmi kadar tablo hazırladığını söylemişti. Efsanenin adı, artık Beşiktaş'ta bir sokakta ve tablolarında devam edecek.
Yorumlar
Yorum Gönder