Biliyor musunuz, Küba'da hayat kapı önlerinde yaşanıyor. Tek katlı evlerinin duvarlarına güneşin vurduğu, Trinidad'ın geniş bir sokağında, Santa Ana Kilisesi'ne doğru yürüyoruz. Kapı önlerinde konuşanların, yoldan geçerken birbirine laf atanların arasında yürürken, biri, komşusuna seslenir gibi soruyor bize, "Oda mı arıyorsunuz, gelin'.
Kucağındaki çocuğun torunu olduğunu söyleyen genç anneanneyle, Küba'ya gitmeden Cervantes'te aldığım bir aylık hızlı kursta öğrenebildiğim kadar İspanyolcayla laflıyoruz. Havana'da olduğu gibi, burada da sokaklarda sürekli öğrencilere rastlıyoruz. Bej rengi forma ve beyaz gömlek giyiyorlar.
Ardına kadar açık bir kapı ve zaten camı olmayan, pancurları da açılmış bir pencereye ilişiyor gözümüz. Duvarlar, yerler, koltukların üzeri tablolaria dolu. Pencerenin hemen önünde Kübalıların olmazsa olmazı sallanan koltuk. Yerdeki çinilerin desenleri ve renkleri tablolara fark atıyor. Eski iki kanepe, üzerinde tablolar olan bir masa. Yerler ıslak ve elinde resim değil yer fırçası olan uzun boylu, çikolata tenli ev sahibi. "Benim tablolarım" diyor, bizi içeriye davet ediyor.
Naif figürleri var tabloların. Sohbet ve pazarlık sonucu hoşumuza giden bir tabloyu alıyoruz. Kasnağından çıkartıp, rulo yapıyor ve sert bir muhafazanın içine yerleştiriyor. Ressamımızın adı Belkıs. Küba da bir Belkıs. Evindeki eşyalara baktığımızı görünce, evin de eşyaların da yüz yıldan daha eski olduğunu söylüyor.
Santa Ana Meydanı'nda kiliseyi görüyoruz. Beyaz boyaları soyulmuş, terkedilmiş, harap bir hali var. Kilise artık kullanılmıyor. Ama meydanda duruşu etkileyici, bana kovboy filmlerindeki Meksika köylerinin kiliselerini hatırlatıyor.
Meydanın köşesindeki kaldırımda şişman bir kadın, elinde baston, yanında da kuş kafesi olan yaşlı bir adamla sohbet ediyor. Elimizdeki haritada göremediğimiz bir sokağın adını soruyoruz onlara. "Çoook uzak buraya diyorlar ve arkasından 'şampuan, sabun var mı?" sorusu gelivor. Küba'ya gidenlerin hep vazdığı bir konu olduğundan, yanımızda taşıdığımız otel malzemelerini veriyoruz torbayla.
Ara sokaklara girip çıkarak, Plaza Mayor'a yani Büyük Meydan'a dönüyoruz. Evlerden müzik sesi geliyor. Meydanın biraz ilerisinde küçük bir pazar yeri var. Turistlere yönelik hediyelik eşyalar satılıyor. Bira kutusundan yapılmış eski model arabalar, karpuz çekirdeklerinden yapılmış kolyeler, tahta oyma figürler, danteller, işlemeli örtüler, tişörtler, tablolar. Bir yandan üretip, bir yandan satıyorlar.
Meydanın aşağısındaki sokaktan at arabalı bir satıcı geçiyor. Sürücüsü arabasında ayakta duruyor. Arkasında da bisikletli bir satıcı. Bisikletinin arkasına eklediği sepetin içinde meyveleri kaybolmuş, gözükmüyor. Ama bağırıyor "Esto buono mangoooo".
Romantik Müze'yi geziyoruz, kilisenin hemen yanındaki. Brunetti ailesinin 1800'lü yılların ikinci yarısında yaşadığı. Çekoslovakya'dan avizeleri, Fransa'dan porselenleri, Viyana'dan mobilyaları, İtalya'dan carrera mermerlerinin
getirilip döşendiği iki katlı ve iç avlulu Trinidad'ın en güzel ve büyük evi burası. Pencereler camsız. Işığı içeri alan ama rüzgarı almayan bir pergole sistemi ile yelpaze şeklinde pancurlar oluşturulmuş. Ev güzel, ama ev sahiplerinin kaderi pek güzel olmamış.
Canchanchara Bar'da Trinidad'ın özel içkisi canchanchara içiyoruz. Bal ve romla yapılan bu içkiyi mojitodan daha çok beğeniyorum. Küba'da canlı müzik olmayan bar ya da restoran yok diyebilirim. İki kişilik bile olsa bir gurup mutlaka müzik yapıyor. Tabi en çok çalınan iki şarkı var. Sanırım müzisyenler artık rüyalarında bile "Hasta siempre " ve "chan chan" çalıp, söylüyor.
Devamı olacak, daha Liya'yı dinleyeceğiz. 😊
Yorumlar
Yorum Gönder