KAŞ GÜNLÜKLERİ (24) : İSİNDA'NIN İZİNDE
Büyükçakıl’dan yürüyerek yola çıktığımızda saat 11.00'di. Asfalt yolu takip ederek bir saatte Bayındır’a, oradan da hatırlı bir yokuşu tırmanıp Belenli’ye gelmiştik. Kaş’ın, merkeze uzaklığı 14 Km. olan, deniz seviyesinden 700 metre yükseklikteki mahallesi Belenli’ye girmeden, eski okulun çok yakınındaki çoban evinin yanından, belli belirsiz patikayı takip edip, makiliğin içinde yukarı doğru tırmanmaya başladık.
Likya’nın küçük yerleşimlerinden biri olan İsinda antik kentinin izindeyiz. Küçük dediğime bakmayın, çoğulcu demokrasi adına, A.B.D.nin de anayasasına örnek aldığı kurum Likya Birliği’nin, diğer iki kentle birleşerek bir oy hakkına sahip bir kenti İsinda. Adına para da basıldığına göre, ekonomileri de fena değilmiş.
İsinda’nın arkeologlar açısından önemli olmasının bir sebebi de, Likya’nın erken dönem özelliklerinden biri olan dikme mezarlara sahip olan, az sayıda kentlerinden biri olması. Şimdi diyeceksiniz ki, kaya, lahit ve ev tipi mezarları biliyoruz da bu dikme mezarlar da nereden çıktı!
Aslında dikme mezarları, bir lahit mezarın, podyuma oturtulmuş daha yüksek mezar odalı hali olarak olarak da düşünebiliriz Yükseklikleri 3 metreye ulaşabilen bu mezar tipinde de, bazı lahit mezarlarda olduğu gibi, altta, hiposorion denilen, akrabalar, köleler veya evin hizmetlilerinin gömüldüğü, ikinci bir mezar odası vardır.
Makiliğin içinde ilerlerken, ağaççıklardan başka bir şey görmediğimizden, patika izi kaybolduğunda, ‘sağdan mı gidelim, soldan mı’ diye soran yol arkadaşımın aklına, bir de kaplumbağalarla karşılaştıkça annesinin ‘Bugün işim rast gitmeyecek’ lafı geldiğinden, ilk lahdimizi görünce epey rahatladık.
Hemen yakınında iki lahit daha görünce, sanki 150 yıl önce Kalinka ve Heberdey değil de, lahitleri ilk biz bulmuşuz gibi sevindik. Filolog (Dilleri inceleyen bilim insanı) ve arkeolog olan Ernst Kalinka, meslekdaşı olan Heberdey'le birlikte, 30’lu yaşlarında iken Likya Bölgesi’ni hatmedip, yazıtların kopyalarını almış.
İsinda’da, sonuncusu daha yakın zamanlarda bulunan, altı tane dikme mezar tespit edilmiş. Bir tanesi çok önemli, çünkü üzerinde, elinde kalkanlar olan savaşçılarla, esir aldıkları ve öldürdükleri kişileri gösteren kabartmalar varmış. Kabartmalar plaklar halinde çıkartılıp, (korkmayınız, Avrupa müzelerine değil) İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne götürülmüş.
Bu, kabartmaları alınmış olan dikme mezarın hangisi olduğunu tam anlayamamızın bir sebebi de, çoğunun kırık dökük olması nedeniyle, yüksekliklerinin anlaşılmamasıydı. Gözlerimiz, Likya alfabesini öğrenmiş olmanın heyecanıyla, lahitler üzerinde ‘Tabula Ansata’ ları (Üzerinde yazıtlar olan tabela şeklinde çerçeveler) ararken, yere devrilmiş bir lahit kapağıın üzerinde, boğa başına benzettiğimiz bir kabartma görmek, heyecanlandırmıştı bizi.
Ağaççıkların ve kayaların arasında, başka neler görebiliriz diye bazen keçi gibi tırmanarak dolaşmaya devam ederken, bir yandan da gördüğümüz duvar kalıntılarını bir şeylere benzetmeye çalışıyorduk. İsinda, kazı yapılmamış bir antik kent, tiyatro, meclis binası, agora görürüz diye düşünmemek lazım. Ama, yüksek bir kayanın oyulmasıyla oluşturulmuş iki duvarın çevrelediği alanda, Likyalılarca mutlaka bir işlev yapıldığını da düşünmeden edemedik.
Biraz daha yukarı devam ettiğimizde, şehrin sur duvarlarının temel kalıntıları olabileceğini tahmin ettiğimiz taşları gördüğümüz, daha az ağaçlı düz bir alana çıktık. İsinda antik kenti tanıtım tabelası da buradaydı. Üç saattir yürüyorduk, molamızı şehrin akropolü olduğunu tahmin ettiğimiz bu müthiş manzaralı yerde verdik.
Likyalılar, Anadolu’nun Luvi kökenli halklarından. Hitit yazıtlarında Lukkalar olarak geçiyor. Küçük şehir beylikleri olarak yaşayan Likyalılar, M.Ö. 6. yüzyılda Perslerin egemenliğine girip, satraplar tarafından yönetiliyor. Kendi kültürlerini sürdürüp, Likçe yazıp konuşan Likyalılar, Büyük İskender’in M.Ö. 4. yüzyıldaki fethiyle, Helen egemenliği altına giriyor.
Zamanla Likya bölgesindeki Likçe yazılar (ki bunların çoğu, günümüze kalan mezarlar üzerindeki yazılar), yerini Helenceye bırakıyor. İsinda’nın da üyesi olduğu Likya Birliği de, Helen egemenliği altındayken M.Ö. 168’de kuruluyor. Derken Roma İmparatorluğu egemen güç oluyor, derken Doğu Roma (Bizans), 1000’lerde Türklerin göçleri ve beylikleri kurulmaya başlıyor, derken Osmanlı ve nihayet Türkiye Cumhuriyeti mirası devralıyor. Ya Likyalılar derseniz, mezarlarını da evleri gibi yaptıklarına göre, bu topraklarda süren yaşayanları vardır, derim.
İsinda'dan kalanları gördükten sonra, bulduğumuz bir patikadan tekrar Belenli yoluna indik. Kente doğru son bir bakış attığımızda, tepenin sağ tarafında parıldayan kalıntılar görünce, o tarafa doğru bir keşif yürüyüşü daha yapmaya karar verdik.
Bir şeyler daha görebilme isteğiyle, 'biraz daha biraz daha' derken, patika bizi tepenin arkasına doğru götürüyordu. Çok aşağılarda, bulunduğumuz tepeyle karşı tepe arasında baharın tazeliğiyle yemyeşil olan büyük düzlükte, otlayan koyunların çıngırak seslerini duyuyorduk. Yamaçlarda oturup, düzlüklerde tarım yapan tüm Likyalılar gibi, İsindalılar da bu alanı ekip, biçiyordu mutlaka. Belki, de yürüdüğümüz patikadan iniyorlardı oraya.
Ama, biz bir türlü inemiyor, hiçbir kalıntı göremediğimiz gibi, gittikçe tepenin arkasına doğru, hafif bir meyille yükseliyorduk. Yol arkadaşım ‘Şu kayalardan atlaya zıplaya düzlüğe ineriz’ dedi. ‘Ya önümüze atlayamayacağımız bir yer çıkarsa’ dediysem de, bazen dallara tutunarak, bazen dikenlere takılarak, bazen de Gaş’ın daşlarına basarak düzlüğe indik. Otlayan sürüye fazla yaklaşmadan (çobanı göremedik, ya çoban köpeği varsa endişesi) çayırı arkamızda bırakıp, tekrar asfalt yola çıktık.
On birde evden çıkmış, saati dört yapmıştık, eve varmaya daha iki saate yakın bir yolumuz vardı. Akdeniz görüş alanımızda, 180 derece yayılmıştı. Bayındır'ın eski mezarlığı çiçeğe kesmiş, Büyükçakıl hafiften esiyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder