ŞİMDİ KÜBA ZAMANI

20 Nisan - 2 Mayıs 2012
Saat sabah 7.30'a geliyor. Güneş doğmaya başlamıştır diyerek, sonradan pişman olmamak için mayomu da içime giyerek, fotoğraf makinemi kaptığım gibi sahildeyim. Hindistan cevizi ağaçlarında çeşit çeşit kuşlar sabaha eşlik ediyor. Yavrusuyla otlayan bir at da erkencilerden. Otelin bulunduğu bölge  şehir merkezinin 60 km doğusunda, Guantanamo'ya oldukça yakın ve  40 km.lik Baconao Milli Parkı sınırlarında. Otelin iki üç kilometre daha doğusunda dört kilometre kare büyüklüğünde bir lagün ve bir de timsah üretme çiftliği olduğunu haritadan biliyorum. Baconao Parkı'nın bu dağlık bölgesi, doğal hayatı koruma alanı olmasına rağmen kıyılarında az sayıda da olsa otellere ev sahipliği yapıyor. 


             
Sahilde doğu yönünde yürümeye başlıyorum. Güneş ilerdeki burnun arkasında saklanmış henüz gözükmüyor ama, pembesi bulutlara yansıyor. Otelden birkaç yüz metre uzaktayım. Su öylesine ılık ve öylesine sığ ki, belime kadar ancak gelen uygun bir yerde kendimi bırakıp, hiç o kadar büyüklerini görmediğim deniz kestanelerini inceliyorum.  Deniz gözlüğüm gözümde, sudaki hayata dalıyorum. İleride resiflerin set oluşturduğu yerde dalgalar kırılıyor. Köpek balıkları varsa da nasılsa buraya gelemez ;) diye düşünüyorum. 



Suyun ılıklığı, çıkmaya her karar verdiğimde beni vazgeçiriyor . Gökyüzündeki pembelik azalıyor. Güneş çıkacağına bulutlar koyulaşıyor. Artık çıksam deyip yere bastığımda, ayağımın hemen yanında suyun içinde mavi noktalar görüyorum. Öylesine düzenli sıralanan bu maviliklerin  taş olamayacağını düşünüp, minik bir taşı suya bıraktığımda yanılmadığımı anlıyorum. İki elim büyüklüğünde  yassı bir balık, kumda kamufle olduğu yerden hareket edip, dalgalanarak yüzmeye başlıyor. Derken, bardaktan boşanırcasına bir yağmurla yeniden denize girmiş gibi oluyorum.

Küba'nın ikinci büyük şehri Santiago de Cuba'dayım. Havana'nın 880 km. güneydoğusunda, adanın en eski şehirlerinden birinde. Etrafı Sierra Maestra dağlarıyla çevrilmiş, sömürge döneminden kalma evleri, inişli çıkışlı sokakları, İspanyol veya Afrika kökenli saf ya da  melez Küba'lılarıyla canlı bir şehir burası. Küba'nın kısa bir süre için bile olsa eski başkenti. Kristof Kolomb'a ''cennet varsa burasıdır'' dedirten, 1950'li yıllarda devrimci mücadelede dağlarında örgütlenilen, 1 Ocak 1959'da Castro'nun  zaferi ilan ettiği şehir, Santiago de Cuba.

Bir önceki gün, Havana'dan 1 saatlik uçuşla geldiğimiz  Holguin'i gezdikten sonra; akşamüstü, konaklamak üzere Santiago de Cuba'ya hareket etmiştik. Adanın doğusunda doğa gerçekten de büyüleyici. Yol boyunca ne tarafa bakarsak palmiyeler, hindistan cevizi ağaçları, muz bahçeleri, otlayan inekler, keçiler, tanımadığımız meyve ağaçlarıyla karşılaşıyoruz. Bir de, gezi boyunca tüm Küba'da göreceğim, hindi gibi gagasının üstünde ibiği olan, akbabayla doğan karışımı  etobur kerkenez kuşlarıyla.

Kovboy filmlerinden sonra en çok ata binen veya at arabasıyla dolaşan insanlara da buralarda rastlıyorum. Küba'da mayıstan itibaren yağışlı döneme girildiğinden  güneşli hava  bir anda yerini kısa süreli de olsa yağmura bırakabiliyor. Hem güneşten hem de yağmurdan korunmak için üstü branda ile kapatılmış büyük kamyonlarda yolculuk, Küba'nın olağan hallerinden.  Bazılarının  ellerindeki paraları göstererek, param var alın beni mesajını verdiği otostop yapanları da unutmamak gerekiyor.

Şehrin bir birbuçuk saat  dışında Baconao Milli Parkı sınırları içinde olan otelimize gitmek üzere yol alırken, tarih öncesi dönemlerde yaşayan canlıların  kalıntılarının bulunduğu ve bu antik hayvanların orijinal ebatlarında heykelleriyle ilgi çekici hale getirilmiş ''Prehistorik Park''a uğruyoruz. Vadide geniş bir alana yayılmış olan parkın girişinde, 56 model Chevrollet'sinin müziğini sonuna kadar açıp, kendisi de elinde birasıyla bir ağacın altında gölgelenen şoför, insana dünyanın neresine gidersen git, bazı şeylerin değişmediğini düşündürüyor. Şu farkla ki, bazen müzik ''kim söylüyor bu şarkıları?'' diye soracak kadar büyüleyici olabiliyor.
         



Denize paralel yol almaya başladığımızda bizi bekleyen bir sürprizle daha karşılaşıyoruz. Yılın bu zamanı, yolun üst tarafındaki ağaçlık araziye geçerek yumurtalarını toprağa bıraktıktan sonra, tekrar kıyıya dönen ''kırmızı yengeç'' lerle karşılaşıyoruz. Küba'lı şöforümüz Ali, ayağını gazdan çekiyor, trafik denen olayın zaten olmadığı bu ıssız yolda dahi, zayiat asfalt üzerinde yer yer kırmızı lekelerle birkaç kilometre devam ediyor. Doğanın beslenme  zincirini burada kerkenezler tamamlıyor. Ertesi gün öğleyin Santiago şehir merkezine doğru yol alırken, hem asfaltta, hem de ot ve çalılar arasında ritüel hala devam ediyor. Çoğu dönüş yolunda olan yengeçler, önlerinde set oluşturan duvarlara dahi tırmanarak, doğanın nasıl engel tanımaz olduğunu anımsatıyor.


Tabelasında Granjita Siboney yazan küçük bir çiftlik binasının önünde duruyoruz. Küba'lı rehberimiz Abel duvardaki kurşun deliklerini göstererek, bu çiftliğin Moncada Baskını öncesi Castro ve arkadaşları tarafından  üs olarak kullanılmış olduğunu söylüyor. Moncada, Santiago de Cuba'da  Batista dönemindeki bir kışlanın adı. Castro ve arkadaşları 1953'te bu kışlaya bir çoğunun öldüğü, eylem olarak başarısız, ancak devrim bilincinin halkta  uyanması ve bir şeyler yapılabileceğinin başlangıcı olması bakımından  başarılı bir saldırı düzenlemiş. Şehir turu yaparken dışardan gördüğümüz, kabak çiçeği renginde sarı duvarlarında ceviz büyüklüğünde kurşun delikleri olan eski kışla, ellerinde cep telefonu gördüğüm  ilk çocukların da gittiği okul olarak zamana uyuyor.


Şehir merkezine 10 km. mesafede Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde yer alan San Pedro de la Roca Kalesi'ne uğruyoruz. Bu kale El Morro diye de biliniyor. Şehre korsan saldırılarını önlemek için 16.yüzyılda yapılan  bu kaleye asma bir köprüden geçerek giriyoruz. Girişte fotoğraf makineleri için ekstra ücret alınıyor. Üst burçlara çıkıyoruz. 

Sol tarafa doğru bakıldığında Karayip denizi güneşi yansıtan şıkırtılarıyla göz alırken, sağ tarafta Santiago de Cuba Körfezi girinti çıkıntılarıyla mavi yeşil doyumsuz bir manzara sunuyor. Korsanları bekler gibi mevzilenmiş toplar, denizin hemen kıyısında 260 metre yükseklikte kayaların üzerine oturtulmuş beş katlı kalenin, korsanlar  zamanındaki önemini vurguluyor. Milano'lu bir mühendisin yaptığı bu büyük kompleksi, dua odasından, işkence odalarına, avlularına geziyoruz. Bu arada dış surlardan birinin üzerinde kuyruğunu kıvırmış bir iguana da objektifime yakalanıyor.



                   


Eski şehri, bir numaralı meydanı Cespedes'ten gezmeye başlıyoruz. Bir park gibi ağaçlarla da gölgelendirilmiş bu meydanın bir yanında Küba'nın en eski binası olduğu söylenen Diego Velazquez'in evi, bir tarafında da mavi korkuluklu balkonundan Fidel Castro'nun 1 ocak 1959'da zaferi ilan ettiği belediye binası var. Yani  Küba'nın tarihi, Küba'nın doğusunda başlayan ve yaşananlarla dolu. Kristof Kolomb ilk doğuda ayak basmış bu topraklara, Castro ve Che Meksika'dan 20 kişilik teknede (Granma) 80 kişiyle doğuda çıkmış karaya.

 İlk şehirler doğuda kurulmuş. İlk zenginlikler doğuda meyvelerini vermiş. Bacardi ailesi Rom imparatorluğunu Santiago de Cuba'da kurmuş. Dünyaca ünlü Bacardi romlarının üreten Bacardi ailesinin cephesi sütunlu, saray gibi gösterişli malikanesi de Cespedes Meydanı'nı süslüyor. Devrimden sonra önce Porto Rico'ya sonra Amerika'ya geçen Bacardi ailesi, hala anti devrimcilere en çok maddi yardım yapanların başında geliyor.


Meydanın bir iki sokak yukarısında (Calle Pio Rosado'da) Emilio Bacardi Şehir Müzesi'nde ise Küba sanatının en önemli kolleksiyonlarının yanında bağımsızlık döneminden kalma bir takım nesneler sergileniyor. İki Peru ve  bir de Mısır mumyasının  görülebileceği bir arkeoloji salonu da olan Bacardi Müzesi, Yunan tapınağını andıran sütunlu cephesiyle etkileyici görünüyor. Eski şehirde gezilmesi gereken caddelerden biri olan Calle Heredia'da, Küba'nın hemen her şehrinde olan Casa de la Trova ve bir Karnaval Müzesi var. Küçük hediyelik eşya tezgahlarına, eski kitapçılara, merdivenlere oturup canlı müzik yapan guruplara rastlıyoruz. Bu dinletilerin hemen arkasından başlayan  CD satışının, bir  Küba klasiği olduğunu zamanla anlıyorum.


Küçük gurubumuzdan ayrılıp, günlük hayatlarında Küba'lıları görmek için, Cespedes meydanının önce aşağı sokaklarını turlanmaya başlıyoruz. Eğer kapının önünde değillerse, kesinlikle hemen eşiğin iç tarafında sallanan koltuğuna oturmuş Küba'lı  görüntüsü değişmez manzara. Bir de binaların hemen girişinde sandalyede ya da masa başında bir sandalyede oturanlar var. Bu manzara, o binanın  resmiyeti olan bir yer olduğunun göstergesi. Bir çok resmi binanın  duvarında bir yıldızın uçlarında gösterilen ve altında da ''VOLVERAN'' yazan beş kişinin resmini görüyoruz. Küba'yla ilgili araştırmalarımda karşılaştığım bu beş kişi, casus oldukları gerekçesiyle Amerika'nın hapsettiği sıradan Küba'lılar. Küba'da ''dönecekler'' pankartları ve grafittileriyle, bu olay hep gündemde tutuluyor.


Evlerden müzik seslerinin geldiği ara sokaklardan, insan hareketliliğinin daha çok olduğu Calle Aguilera'ya çıkıyoruz. İniyoruz çıkıyoruz diyorum, çünkü bu şehir Havana gibi dümdüz bir şehir değil. Hafif de olsa rampaları var. Yakınlarda, küçükken bir dönem Fidel ve Raul Castro'nun da gittiği bir okul var. Beyaz gömlek  bej mini etekli kızlarla, bej pantolonlu erkek öğrenciler guruplar halinde yürürken, bir yandan da şakalaşıyor. Sokak köpekleri çok minyon ve zayıf. Açlıktan mı (!) düşüncemizden, bisküvi uzattığımız  ufaklığın burun kıvırmasıyla utanıyoruz. Artık bizde görmediğimiz seyyar dondurmacılar görüyorum. Sokak tezgahında satılan pastaların ise kreması açık mavi, açık sarı.


Bir markete giriyoruz. Küba'da, tuvalet kağıdı meselesi belki eskisi kadar değildir ama, yine biraz sorun. Bazı restoranlarda olmayabiliyor. Bir doktorun maaşının 60 dolar civarında olduğunun söylendiği bir ülkede, turistik bir bölgede tuvalet görevlisi olmak, benim gördüğüm kadariyle oldukça  kazançlı bir iş olsa gerek. Daha havaalanında 1 cuc  (1cuc=1 dolar) diye başlıyan tuvalet görevlileri, uçakta verilen keki de kabul edebiliyor. Marketten su, tuvalet kağıdı ve bir paket bisküvi alıyoruz. Birçok yerde 1 cuc, hatta otellerde 2 cuc olan su, yerel halkın alışveriş yaptığı bu markette 0.45 cuc. Hatta belki de peso,  gerçi öyle de olsa, bizde zaten peso yok. Doğrumu bilmiyorum ama; ülkemde beş kuruş bile olsa verilmeyen para üstünü ararken, burada üçün beşin hesabını hiç yapmıyorum.


Havaalanı demişken, gerek İstanbul-Madrid gerekse Madrid-Havana uçuşlarımızı  İberia ile yaptık. Servisten de, iniş kalkışların yumuşaklığından da memnun kaldık. Havana Jose Marti Havaalanında da sorgu sual hiçbir şeyle karşılaşmadık. Pasaportlarımıza damga basılmadı, sadece girişte ve çıkışta işlemler sırasında bankonun üzerindeki gözden fotoğrafımız çekildi. 



               
Eski şehri turlamaya  Dolores Meydanı'nda bir kahve molasıyla ara veriyoruz. Ağaçların gölgelediği bu hoş meydanda  masalarını  dışarıya yaymış iki kafeden birine oturuyoruz. Şöyle kuvvetli bir kahve bu saatte mojitodan daha iyi gider düşüncesiyle siparişimizi veriyoruz. Biz etrafı seyrederken şirin mi şirin  tombikçe zenci garson kızımız kahvelerimizi getiriyor, kendini de yandaki boş sandalyeye atıveriyor. Tatlı bir gülüşle ''Offf off, kahve, mojito, kahve, mojito, ölüyorum yorgunluktan'' dedikten sonra, kalkıp yeniden işine koyuluyor. Küba, işte böyle sıcak bir ülke. Kahveden sonra biz de tekrar Santiago de Cuba'nın sürprizlerle dolu sokaklarına atıyoruz kendimizi. Her bina fotoğrafı çekilesi, her müzik dinlenesi bu ülkede.


Günün son gezisi Santa İfigenia mezarlığına yapıyoruz. ''Guantanamera''  şarkısını çoğumuz biliriz de, onun sözlerinin Küba'nın  ulusal kahramanı ve şairi Jose Marti'ye ait bir şiir olduğunu kaçımız biliriz? Ben bu geziye hazırlanma aşamasında öğrendim. Santa İfigenia'da Jose Marti'nin anıt mezarını ziyaret ediyoruz. Mezarlıkta salgın hastalıklardan ölenlerden, 1800'lü yıllardaki özgürlük mücadelelerinde hayatlarını kaybedenlere,  eskiye tarihlenen mezarlardan, daha  yakın zamanlarda hayatlarını kaybedenlere kimisi sade, kimisi Nike'yi aratmayacak güzellikte heykeller olan mezarlar var. Buena Vista Social Club'ın üyelerinden Compay Segundo'nun  üzerinde bir gitar resmedilen mezarı da İfigenia Mezarlığında. Havana'daki Ünlü Colon Mezarlığında da topluluğun bir başka üyesi, İbrahim Ferrer'i hayranları ziyaret etmeyi unutmuyor.

 Heykellerden oluşan bir bahçeyi andıran bu güzel mezarlık için rehberimiz '' burayı görünce insanın ölesi geliyor'' esprisini yapıyor.
Santiago de Cuba'daki ikinci günümüzün sonunda, şehre bir saat mesafedeki  otelimize hindistan cevizlerini, palmiyeleri, muz ağaçlarını  (muz ağaç değilmiş diyorlar ama!) Küba'lı çocuklara 12 yaşına kadar ücretsiz süt verilmesini sağlayacak otlamakta olan inekleri, keçileri, yolumuzun üstüne çıkan kırmızı yengeçleri geride bırakarak geliyoruz. Yarın öğleye kadar Karayip'lerde denizisefası :) yapıp, öğleden sonra yüzölçümü bakımından ülkenin en büyük ili olmasına rağmen, en kalabalık 4. şehri Camagüey'e yolcuyuz.


 GENEL
-Türkiye ile 7 saat fark var, Türkiye'de saat 21.00 iken orada 14.00
-Hava bütün yıl boyunca ortalama 25 derece. Ama mayıstan ekime yağışlı sezon, kasımdan nisana kuru sezon sürüyor. Haziran ekim arası   kasırgalar dönemi. 

-Air France, İberia ve KLM'nin aktarmalı uçuşları var. Biz İberia ile Madrid aktarmalı gittik. Giderken    Madrid'teki 7 saatlik beklemede vize varsa    veya yeşil pasaportlu iseniz kısa bir şehir turu yapabilirsiniz. Biz metroyla küçük bir Madrid gezisi yaptık.
-Beraberinizde euro olması avantajlı, dolar bozdurulurken daha  yüksek komisyon alınıyor. Alışverişlerde en lüks yerlerde dahi cuc dışında para  alınmıyor (National  Hotel'in hediyelik eşya dükkanında denedik, kabul etmediler)
-Küba'da halkın ve turistin kullandığı para aynı değil. Turistler convertable para yani cuc kullanıyor, bu birim 1994'te 1 dolara eşitlenmiş. Halkın kullandığı para bunun 24'te biri. 1 € = 1.28 cuc
-Su 1 cuc, 12 cuc'a kendinize istakoz ziyafeti çekebilirsiniz, mojitolar hemen hemen her yerde 3 cuc, daiquri 5 cuc. Yemek çeşitliliğinde  hiç  zorlanmadık, milli yemekleri olan pilavla servis edilen siyah fasulyeye bayıldım. Üç öğün ananasa ise mest oldum, sadece biraz kaşındım.
-Güneş gözlüğü ve şapkanız mutlaka olsun, hatta cildiniz hassassa koruyucu krem.
-CD fiyatları adeta fiksleşmiş, nerden alırsaniz 10 cuc.
-İnternet otellerde var ama pahalı (fiyatı hatırlayamıyorum)
-Havana'da otelimiz Eski Havana'ya (Habana Vieja) 15-20 dakika mesafede Miramar'da idi, taksi 10 cuc. 
-Santiago de Cuba'da Club Amigo Carisol los Corales'te kaldık. Memnun kalmadığımızı söyleyemem. Ama bağımsız gidip şehir içinde bir casa particularda (pansiyon) kalmak daha güzel bir Küba tecrübesi olabilirdi.
- JOSE MARTİ : Babası İspanyol olan, Küba'nın bağımsızlık savaşcısı ve şairi. 19 Mayıs 1895'te arkadaşlarıyla birlikte küçük çaplı bir çatışmaya girer ve çatışmada İspanyol askerleri tarafından öldürülür. Jose Marti yaşamını, Küba'da İspanyol sömürge/koloni yönetiminin sona erdirilmesi ve Küba'nın ABD dahil başka ülkelerin egemenliği altına girmemesi için savaşıma adamıştır.

-Bu geziyi 12 kişilik bir gurupla tur olarak yaptık. Gezi sonunda şikayet edebileceğimiz bir şey olmadığı gibi, başka uzakları da düşünerek, hepimiz mutlu bir şekilde döndük. rehberimiz Mustafa Bey'e buradan da teşekkür ediyorum.

Yorumlar