ANTALYA'NIN SESLERİ



Ekim - Kasım 2014
Karadeniz’i anlatan bir kitabı okuyarak, Akdeniz’de denize girdiğim günlerdeyim. Konyaaltı’nda güneşlenirken karşımda Bey Dağları beni kendine hayran ediyor. Oysa elimdeki kitapta, Gümüşhane Dağları’nın Kromni’sinde, Ardasa’sında, Çit’i Kebir Yaylası’nda, kan gövdeyi götürüyor, yıl 1916.

Kitapta Karadeniz’in köylerini işgal eden Ruslar, 2000’li yıllarda Akdeniz’in Antalya’sını işgal etmiş durumdalar. Sabah yürüyüşe çıkarken önümde torununun elinden tutarak yürüyen incecik anneanne, balerin adımları atıyor, dizini kırmadan, topuğuna basmadan.

Kaldırımın taşlarına basılmış kril alfabesiyle yazılan kelimelerin ucundaki ok, Tatyana kuaförü gösteriyor. Biraz sonra önünden geçeceğim sarı binalardan oluşan sitenin adı da Kremlin. Kiralık ya da satılık evlerin pankartlarında Türkçe’nin yanında mutlaka Rusça da var.

Bahçede oynayan çocuğu balkondan çağıran annesinin ‘’Emir, Emir’’ dedikten sonra söylediklerini anlamam için, Rusça bilmem gerekiyor. Sabahın seherinde havlusuyla havuza giren göbekli, sarı saçlı, uzun boylu adamın Rus olduğunu anlamam için ise dil bilmeye gerek yok.

Antalya’da yerleşik 33 bin Rus yaşıyormuş. Yaz boyu turist olarak gelenler ise birkaç milyon. Kendi okulları da var. Hatta bir de hiper market gördüm, tabelası sadece krille yazılmış. Yine Konyaaltı’nda bir parkı Matruşkalar ve bir sepet paskalya yumurtası süslüyor.

Kaldırımlarda bisikletlere ayrılan yolda bisiklet sürenler de Rus. Benim gördüğüm kadarıyla bizimkiler yine asfaltın kenarını tercih ediyor. Konyaaltı sahilinde sabah yürüyüşte rastladıklarımın çoğu sarışın ince yapılı kuzeyli hatunlar.

Konyaaltında durum böyleyken Kaleiçi’nde profil değişiyor. Yelpaze geniş ama kulağıma en çok çarpan dil Almanca oluyor. Asansörün yanında Yivli Minareli Cami’yi arkamıza alıp fotoğraf çekmek isterken, İngilizce ‘’İsterseniz ben çekebilirim’’ teklifi geliyor.

Asansör, Cumhuriyet Meydanı’nı marinaya bağlıyor. Panaromik ve ücretsiz. Marinanın sol tarafında korsan gemileri havasındaki, yelkenli gezi tekneleri, Antalya sahillerini ve Sıçan Ada’sını gezdiriyor. Teknelere davet ise yetmişiki dilde, biri olmazsa arkasından diğeri geliyor.

Kafelerin önünden geçip, Antalya’nın kalesinden kalan son duvarları tırmanıp Kaleiçi’ne girince, dükkanların olmadığı yerlerde önce bir sessizlik hakim oluyor. Restore edilen evler, butik otele dönüşen konaklar. Sesler, hafif bir müzik halini alıyor.

Kesik Minareli Korkut Cami’nin önüne gelince, kalabalık bir guruptan Fransızca sesler sarıyor etrafı. Söylediklerini anlamıyorum ama, sanırım onlar da benim gibi düşünüyor. Önce tapınak, sonra kilise, sonra cami, sonra yine kilise, en sonunda yine cami olmuş bir ibadet yeri , bir yangına boyun eğmişse de böyle mi bırakılır?

Korkut Caminn iki yanındaki iki tabelada 'kuruyemiş kabuklarını yerlere atmayınız' yazıyor..









iyazıyor.

Yorumlar