ŞİMDİ İZNİK GÖLÜ'NE BAKAN TEPELERDE OLMAK VARDI


Yarın bayram, biz bugünden giderdik göle bakan o sarı eve. Eğer şartları Vahdet'i oradan taşınmaya götürmeseydi. Evet, annesi hastaydı, belli ki artık son demleriydi bu dünyada, yanında olmalıydı, ablasına da yardım etmeliydi. Ama bir dönüşü olmamalı mıydı sonra ?

''Ben burada istediğim hayatı yaşıyorum'' derken, zorunluluk muydu oradaki, istediğihayat dediği, yoksa gerçekten öyleydi de artık sıkılmış mıydı? Belki de  bize, hatta kendine bile söyleyemediği şeyler vardı. Nasıl da çalışırdı aşağı bahçede, toprağı traktörle bir havalandırtıp, sonra düzenleyip diktiği domatesleri, acı ve tatlı biberleri, bir türlü istediği gibi olmayan patlıcanları seyretmek bile keyif verirdi. Dereden kalın bir hortumla  su getirip, damlamalar yapmıştı sulamak için. Boru tıkanıp da su gelmediği  kaç kez, biz üç silahşör, elimizde alet edavat, ayağımızda çizmeler ağaçların çalıların altından kah suyun içinde, kah kenardaki taştan taşa geçerek, taa yolun altında suyun yüksekten aktığı yere kadar gitmiş, tıkanan yerleri temizlemiştik.

Ne keyifli günlerdi, Rodi'yle Vahdet'in hortumun iki ucunu bir türlü bir araya getiremeyip sırıksıklam oluşu, derenin kuytu yerlerinde, çocukluğumda defterlerin arasına koyduğumuz, babaannemin ''kabe çiçeği'' dediği aslında çiçeksiz yeşil ama mis gibi kokan o otla karşılaşmam, dönüşte rastladığımız elma ağaçlarından kucaklarımızı doldurmamız, ya o ceviz ağaçları, dikenlerle mücadele.  ''Safari'' diyordum, o dere turlarına.


Bir de gece gölün yanından gece yaptığımız balık safarileri vardı. Derenin içinden gece karanlığında bir elimizde fener, ötekinde derinliği kontrol ettiğimiz bir sopa, Vahdet'in balık , benim adrenalın, Rodi'ninse oyunu bozmamak için geçirdiğimiz zamanlar.


Çam ağaçlarının diplerinde mantar aradığımız, mutlaka bir yerlerinde şarap sucuk keyfi yaptığımız dağlar. Sarı beyaz çiçekli düzlükler. ''Yeni bir yer keşfettim, böğürtlen dolu'', ''şurda deli bir erik var, ama reçeli harika oluyor, ablam bayılıyor'' ya da ''bakın bu hardal otu, acaip kilo verdirir'''' diye peşinden gittiğimiz  otlar ağaçlar. Vahdet'in hardal otu sonrası yüzünün aldığı mahvolmuş  ifade, gölün düzlüğünde ağaçta tek kalmış ayvayı düşürmek için yapılan taş atma yarışları, Orhangazi'ye pazara gidişler, aldığımız yün köy çorapları bitmez tükenmez anılar.


Yine gidebilseydik eğer, yarın sabah İznik Gölü'ne bakan tepelerde sekize doğru uyanırdık, Vahdet çoktan kalkıp iki üç kupa çayını içmiş göl manzaralı kapısının önünde kitabını okur olur, hadi yürüyüşe dediğimizde ''ben bu sabah gelmiyim'' alıştığımız cümlesini söylerdi yine belki de. Düşerdik Rodi'yle, ellerimizde yürüyüş sopalarımız, yaz kış ayağımızdaki çizmelerimizle, zeytin ormanlarının yollarına. Şimdi heryer yemyeşildir daha, bir ay sonra cevizin, kestanenin, meşenin sarısı, kırmızısıyla, zeytinin yeşili  karışır brbirine. Yukarı rotamızı tutturmuşsak, sarı kiraza da uğrardık, kalan ceviz varsa bir iki de ondan atıştırınca, ön kahvaltı tamam.


Aşağı rotaya vurmuşsak, zeytinliğin ortasından geçip, çoğu yerde kaybolmuş,  hayran olduğum ermenilerden kalan taş yoldan yukarı yürürdük. Beter'le Sam'in sıcak günlerde kendilerini attıkları çeşmeleri geçer, Yeni Sölöz Köyü görününceye kadar yürürdük.  Beter'le köyün köpekleri takışır diye girmediğimiz köye de girer, fırndan sıcak köy ekmeği alır, okulun arkasından yukarı yürüyüş rotamızdan eve dönerdik.


Asıl kahvaltı başlardı duştan sonra. Beş çeşit reçel, dört çeşit zeytin, üç çeşit peynir, salatalık, domates bahçeden, kızarmış köy ekmeği, ''al, bak bu çok acı Rodi'' diye Vahdet'in verdiği bibere, Rodi'nin ''hikaye'' cevaplarıyla, '' karı koca  sizin midenizde timsah var'' sohbetleriyle geçecek, arı vızıltısına, hafif bir esintinin karışacağı keyifli kahvaltımızı yapardık.


Sonra ben hamağımda kitap okumaya çekilir, Rodi televizyona spor haberlerine, Vahdet de işi yoksa kestirmeye. Öğleden sonra ya göle ya dağa turlamaya. Akşama mangalı yakardık mutlaka, Vahdet pastırma eşliğinde rakısını yudumlardı aperatif olarak. Rodi belki de rakıyla eşlik ederdi ona, ben şarapta tek kalırdım.

Masayı belki de son zamanlarda yaptığımız gibi zeytinlerin altında hazırlardık, değişiklik olsun diye. Hava mavi karanlıktan siyaha dönerken, ay dolunay olurdu belki. Geçmişten sohbetler kurulurdu, derin. Lera'nın kulaklarını çınlatırdık mutlaka. Belki başka ortak arkadaşlarımızın da. Gittiğimiz yolları konuşurduk, yollardaki maceralarımızı, beraber tatillerimizi.

Beter'le Sam'i anardık mutlaka, biftekle ızgara tavukla beslenip her yediğimize ortak olan. ''Öyle bakma gözümün içine, seni küçük o...'' diyerekten, Sam'e verilen köfteleri konuşurduk. Eminim ki, onlar yokken iki eksik olurduk.


Ama yine de İznik Gölü'ne bakan tepelerde olmak isterdik bugün. Hatta bugün, yarın ve daima....














   

Yorumlar