AHHH, BU ŞEHİR

İtalyancada içinde Trabzon geçen bir deyim varmış, biliyor muydunuz? ‘’Perdere La Trebisonda’’  Türkçe karşılığı  "Trabzon'u kaybetmek". Ancak İtalyancada; yolunu şaşırmak, kafası karışmak anlamında kullanılıyormuş.

Dün ben de şöyle bir yolumu şaşırayım, ne zamandır dolanmadığım yerlere, ayak izimi bırakayım, dedim. Sabah bitirdiğim Ahmet Ümit’in ‘’Elveda Güzel Vatanım’’ kitabının, eski İttihatçı kahramanı Şehsuvar Sami’nin kaldığı Tepebaşı’nda Pera Palas Oteli’nin yakınında  indim otobüsten.

Şehsuvar, otelden çıkınca peşine iki sivil takılıyordu zaman zaman, o da Hacopulos Pasajına doğru yürüyordu. Kapılarının üstündeki şemsiyeleri beğenirim eski otellerin, Pera Palas’ın şemsiyesinin altından geçerken, bıçak gibi ütülü kıyafetleriyle günlük konularda sohbetteydi iki görevli.
       


Çok olmuş o yolu kullanmayalı demek ki, yeni yeni çok şık restoranlar ve oteller açılmış sağlı sollu. Thai lokantası mesela, bir köşesine yazdım akıl defterimin, deneyeceğim acılı Thai pilavını.

Suna-İnan Kıraç Vakfının İstanbul Araştırmaları Merkezi’nde, Şişli Cami’nin yapılış aşamalarıyla ilgili bir sergi vardı. Şişli’de hiç caminin olmadığı yıllar. 10 Kasım 1947 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde şöyle bir haber yer alıyor : ‘’…Yurddaşlar geçen seneden beri durmadan, Şişli Camiinin süratle yükselmesi için, para ve malzeme vererek yardım etmektedir. Hafta sonları tüccar, mühendis, doktor, mimar vesair meslekten vatandaşlar camiinin bir taşını taşıyabilmek için amele gibi çalışmak istemektedir. Bunları arasında Ermeni, Rum, Musevi vatandaşlarını görmek, maddi, manevi yardımda bulunduklarını duymak, heyecanla karşılanan hadiselerdir.’
                      



Sergiyi gezdikten sonra ilerledim. Hacopulos Pasajının iri taşlarla yapılmış podima döşemesi, yılların biriktirdiği görünmeyen ayak izlerini taşırken, güzellik katardı pasaja. Daha çok masa, daha çok paranın kurbanı olmuş, boğulmuş pasaj. Başımı güneşe doğru kaldırınca, çatının alnında 1870 tarihinin hala durabildiğini gördüm, sevindim.

Caddeye çıktım, sağa döndüm, San Antuan Kilisesi’ni geçince, bugün yolumu şaşırmak istememin ana hedefindeki sergiyi gezmek için Anamed’e girdim. Koç Üniversitesi’nin, Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi bu bina. Karadeniz Bölgesinden bir araştırma sergisi var; ‘’Bizansın Öteki İmparatorluğu : Trabzon’’

Sergide, Bizans İmparatorluğu’nun gücünün azaldığı dönemde, başkent İstanbul ile siyaset, ticaret ve sanat alanlarında rekabet eden Trabzon’u ve döneminin en önemli yapılarından biri olan Trabzon Ayasofya’sı  ele alınıyor. Uluslararası arşivlerden derlenen fotoğraf, çizim ve nadir eserlerin pek çoğunun ilk kez gün ışığına çıkarıldığı sergide, sanat tarihi açısından Trabzon ve yapılarının kendine özgü zenginliklerine vurgu yapılıyor. Sergi, 18 Eylül 2016'ya kadar ziyaret edilebilir.
               


İşte, yazıma ‘’Perdere La Trebisonda’’ diye başlamamın sebebi de bu sergiydi. 1461’de Fatih Trebisonda’yı alınca, Cenevizli, Venedikli tacirlerin gemileri yollarını şaşırmış. Ben de Karadeniz’in dalga sesleriyle fonlandırılmış sergiyi gezip, lobide biraz oturmak için bordo kanepeye yöneldiğimde, ‘’Divan Brassieri : 5. kat’’ yazısını gördüğümde şaşırdım ama, rotamı da 5.kata çevirdim.

Vaktiniz varsa, unutmayın, sergi 18 Eylüle kadar.

Terasta manzara 270 derece. Ayasofya’ya bakıp Thedora’yı, Topkapı Sarayına bakıp, ne yalan söyleyeyim, neden Bizansın üstüne diye düşündüm. Haydarpaşa’nın mendirekleri, Tophane’nin sırtları, San Antuan’ın çan kulesi yani, binlerce yılın izlerini  oturduğum yerden görüyordum.

‘Ahh’ dedim, ‘ahhh bu şehir yok mu, bu şehir’.

Sonra, en yakın yokuştan ki, Nur-u Ziya Sokak oluyor o sokak, kaptırdım Tophane’ye doğru. Oradaki sessiz ayak izlerinin arasında Abdülmecit’e cam bir piyanoyla konser veren Franz List’inkiler de vardı, Fransız Sarayının bahçe kapısından içeri girenlerle, dışarı çıkanlarınkiler de.

Ana caddeye inmeden, bir sağa bir sola girdim çıktım. Yıllardır göz koyduğum Doğan Apartmanına, Abidin Dino’nun terasında fırça salladığı, entelektüel arkadaşlarını ağırladığı Kamondo apartmanına arka cephelerinden  baktım.

Yıllanmış sokaklar, duvarlarında graffitilerle güncelleniyordu. Ama ben yine de 150 yıl önce 14 ceset bırakarak bu sokaklardan çıplak ayakla, Tophane’deki gemilerden birine kapağı atmak için koşturan Bıçakçı Petri’yi düşünmeden edemedim. Çok güzelmiş, kaderi daha çocukken kötü gitmiş. Bu  hikayesi uzun delikanlı, cinayetten sonra şıpıdıklarını imza gibi bırakır, çıplak ayak kaçarmış, mekan çoğu zaman Pera, ya da Galata’ymış.

Neyse, ben işi tatlıya bağlayıp, Güllüoğlu’na uğruyorum, 15.20 Vapuruyla Kadıköy rotam.
                   







Yorumlar