YEDİÇUKUR YAYLASI  / RİZE
(Eylül 2016)



Otobüs Trabzon sahilinde yol alırken gözüm Trabzon Ayasofya’sını arıyordu.Gördüm de, dil gibi uzanan bir burnun üzerinde, önce kulesinin, sonra kendisinin silüetini. Selçuk Altun’un ‘’Bizans Sultanı’’nı okuyorum. Güzel bir kitap, ‘’Tuhaf Bir Kadın’’ ve bir kadeh şarap. Anladım ki bir kez daha, iflah olmaz bir romantiğim ben.
Yol Trabzon’da bitmedi, rotam Rize’ydi. Hatta Rize’nin kendisi değil dağları. Dağları, dumanları, yaylaları. Özlediğim ıssızlığı, sessizliği, ‘’ka’’ları, ‘’do’’ları, kokuları, korkuları.
Zor oldu bu kez bir araç bulup Yediçukur yaylası’na ulaşmak. Herkeste bir bayram telaşı. Sonunda tangur tungur da olsa bir minibüsle altı kişi yola düştük. Dördü geri dönecek, ikisi yaylada kalacak yolcularıyla.
Karos Başı, her zaman rastladığım gibi yine dumanlı. Babamın türküsü düşer aklıma adını her duyuşumda. Ondan geçmiş bana yayla aşkı. O ki, ondört yaşında gelmiş bu şehri İstanbul’a, ama unutmamış ne Karos Başı’nı, ne de dumanını.
Yediçukur kırk elli hane bir yayla, Rize’ye yirmi üç kilometre. Üç saatte, toprak yolda alınan yirmi üç kilometre. İkizdere’ye bağlı, denizden iki bin yüz metre yüksekte. Evler derme çatma, taştan ve tahtadan. Ne güzel, beton girmemiş hayata.

Yukardan aşağı taş fırlatan bir çocuk, minibüsten inince ilk karşılaştığımız. Sonradan kısa dönem rehberimiz olacak Mehmet Ali. Yanakları Tibetli çocuklar gibi yanmış, kızarmış, yüksek dağın güneşinden.
Yediçukur’un içinden bir dere akar. Sessizliği bozan tek ses derenin sesi. Unutmuşum o sesi. Katıksız sessizlik beklentisindeydim şehirden kaçarken. Her yerde, sessizliğin de bir sesi olduğunu neden düşünmedim ki ben.
Mutfağı kapının önüne taşan, bildiğim o eve konuktum yine. Tahta odasının duvarlarında otuz sekiz yıl önce, yirmi yıl önce ve yedi yıl önce kazıdığım, adımı aradım. Adettir, kalan, adını çakıyla ölümsüzleştirmeye çalışır, yüzelli yıllık o tahtalara. Kar çığları her kış uğrayıp dağıtsa da, toparlanır o tahtalar.
Yengem, bu yıl geldiklerinde, çatının derenin öbür tarafında olduğunu söyledi, yayla hırsızlarının bakır eşyaları komple çaldığını anlatırken. Gece erken başlar yaylalarda. Kuzine gün boyu yanar, temmuzda bile.

Dokuzda çoktan uyku gelir, ama sohbet derindir. Yaylalarda yaşlılar vardır. Vazgeçemeyen alışkanlıklarından. Yürümeye takatı olmayan neneler, çocuklarına ‘’Bana iyilik yapmak istiyorsanız, yaylaya bırakın’’ demiştir, Havva nene gibi. Sığır sayısı çoook azalmıştır. Sığır olmayınca çoban, çoban olmayınca ses, ses olmayınca ayı, kurt artmıştır yaylalarda.
Dumanlı günde bu kez üç şahin dolanmıştır tepemde, daha çok yol almamı engellemek için. Döne döne bir kayanın üstüne konmuş, ama benim yolumu kesmiştir, istemesem de.
Topraktan fışkıran beyaz ve mor kardelenler. Belki de adı başka, ama yapraksız olunca benim için kardelen olmuştur yıllarca. Değirmenin anahtarı olmasa da, öğütülen mısır ununu yemişimdir hoşmerim olarak. Suyunu, arkını, sesini duymuşum, havasını koklamışım.
Üç gün de olsa seni yaşamışım Yediçukur, yine izini bıraktın bende, selam olsun o günlere.





Yorumlar