GELDİM İSTANBUL / Pera 'da Bir Seminer

GELDİM İSTANBUL
(Aralık 2016)

                        

Yoktum, geldim İstanbul’um.
Bilir misiniz, ne güzeldir, Kadıköy – Karaköy vapurunda pencere kenarında, yüzünüze güneş vururken oturmak. Haydarpaşa önlerinden geçerken, mendireğe sıralanmış dizi dizi martılara bakmak. Yok yok, öyle boş boş etrafa bakmak yok, en güzeli elbet, açıp da bir şeyler okumak.
Ben, Türklerin en Kürdünü, Kürtlerin de en Türkünü okuyorum bu aralar. Sabahları kırk sayfa. ‘’Kanın Sesi’’ Kimsecik 3. cilt. Çantamda, ölümü dolayısıyla çıkan Cumhuriyet’in özel eki. Zülfü Livaneli, Abidin Dino ve diğerleri yazmış, Gözüyle Kartal Avlayan Yazar Yaşar Kemal’i.
On beş dakika var 11.30’a. Çıktım üst kata, İstanbul Kitapçısına. Tesadüf bu ya, ortadaki kitapların arasında Livaneli’nin kaleminden Yaşar Kemal çıktı karşıma. Almaz mıyım? Hemen attım çantaya.
Yeldeğirmeni’ndeki evimden, Nevizade Sokak’tan inmeye karar verdim, yürümeye iskeleye . Köşede çok eski bir apartman, boşaltılmış komple, alıcı ve restorasyon bekliyor. İki blok ötede, şimdi emlakçı olan dükkanda, bir terzi Salomon vardı, ben Yeldeğirmeni ile tanıştığımda. Dükkanına girip iki soru sormaya çekindiğim, asık yüzlü. Ama sonra bir yerlerde okuduğum, ne kadar bilge olduğunu.
Neyse, sokaktan iniyorum rıhtıma, artık denizi görüyorum. Kuzular beyaz beyaz sarmış laciverti. Lodos diyorum, ama bayağı sert hava, soğuk. Bir arkadaşımı hatırlıyorum, Antalya’dan. Konyaaltı’nda, deniz yine kuzulara kesilmişken, rüzgarın ne yönden estiğini nasıl anlarsın demişti. İki kulağın da aynı hissettiğinde rüzgarın şiddetini, o yönden esiyordur rüzgar. Yamaç paraşütü tecrübesi.
Pencere kenarında, güneş yüzümde, Yaşar Kemal hastanede, yoğun bakımda, Livaneli yanında. Kırk küsür yıllık dostlar. Diyor ki ‘’Yaşar Abi, dinle bak, seni cana getirecek bir türkü bu. Hele Kozan’a Kozan’a / Kozan’a destan yazana/ Kurban olayım olayım / Küsüp de dağda gezene.’’ Livaneli anlatıyor o günü. ‘Yüzü güldü, kollarına takılı serumları, tansiyon ölçen aletleri, bir sürü tıbbi cihazı söküp atmak ister gibi heybetle yekindi, atın burada mı dedi bana, hadi götür beni, atın burada değil mi!
Sonra bir ezgi girdi araya, rastalı saçlı, yüzünde dört beş hızmalı, sakallı gür sesiyle diyordu ki, ‘’Sen bana yar olmazsın, yüzüme gülme bari / Nanay nanay’’ arkasından ‘’Haydar Haydar’’ geldi. Ben, yıllar öncesi bir Kapadokya yolculuğuna gittim. Arabada ne güzel türküler söylemişlerdi, şimdi ayrılmış olan o iki arkadaşım. ‘’Odam kireçtir benim, yüzüm güleçtir benim…’’
İnerken, gitar kutusuna bırakmaz mıyım gönlümden kopanı. Karaköy, güneşli bir gün, İstiklal Caddesi’ne çıkacağım, tabii ki Yüksek Kaldırım’dan.
Silahımı yanımdan hiç ayırmam. Aynı yere bin kere bile ateş edebilirim. Güneş başka vurur, ışık başka durur o eski sokaklarda, binalarda. Paslı balkon demirlerine takıldım bu kez. Sonra Horoz Sokağı’nın merdivenlerine, sonundaki ağaçlara. Sonra çıkmaz bir sokağın girişinde, Nuri İyem’in Anadolu kadınlarına benzeyen motiflere.

                               
Bir seminere gidiyorum bugün. Ama İstanbul, adımını attığın anda zaten anlatmaya başlıyor sana. Neler anlattım bakın, buraya gelinceye kadar. Neler anlatacağım daha, konu ‘’Kentsel Ağlar / Kutsal Mekanlar’’ hakkında.
Yok yok, sizi seminere girmeden dışarıda bırakacağım, sadece bir iki şey fısıldayacağım. Konya’da Eflatun Mescidi varmış, biliyor muydunuz? Yani antik dönemin filozofu Platon’un adı, rivayetleriyle Konya’nın ortasında Alaattin tepesinde, şimdi izi kalmayan bir mescitte.
Bir başka konu, Konya’lı zengin bir ailenin nışanlı güzel kızı Tekla, Aziz Paul’un ardına düşer, erkek kılığına girerek. Mucizeler yaratır, kaçar, saklanır, vücudu toprağa, kayaya karışır. İnsanlar toprağa dua ederler. Ama Bizans ikonalarında iri göğüslü bir kadın olarak vücuda bezenir sonra, Tarragona’da bir ikonada.
Tarsus’ta Cuma Camii’nde Hazreti Danyal’ın mezarı varmış. Beni daha çok çeken, caminin bahçesinde koca kemerli bir köprüden kalanlardı. Samandağ’ın tepesinde Aziz Simeon Manastırı. İçinde üç kilise yan yana. Ya Okmeydanı, Eyüp Sultan, sefere çıkmadan padişahların uğradıkları.
Seminer arasına bir de sergi ekledim Anamed’te. ‘’Çeperde’’ İstanbul’un surlarını anlatıyor, İstanbul’lulara. Kule kule, duvar duvar, taş taş. İmparatorlar hangi kapıdan çıkarmış da, gelirmiş, İstanbul’un fethinde ölenlerin ruhları surlarda gezinir miymiş, hangi depremlerde duvarların nereleri yıkılmış, hangi padişahlar surları onartmış, kimler o kulelerde çileye yatmış.
Saat 18.40, rota Kadıköy, yirmi dakika sonra. Çımacı halatları çözerken girdim iskeleye. Hiç sevmem ya, vapuru böyle kılı kılına kaçırmayı. Ama kapının önünden saksafonla ‘’La vie en rose’’ u çalıyor bir sokak çalgıcısı. Yolcu salonunun koltukları yarı yarıya boş, vapur yeni kalkıyor. Yanımda oturan kız kulaklığını takarken La vie en rose’u mırıldanıyor. Dün İstanbul Modern’de seyrettiğim Alman filmi geliyor aklıma.
Alkol bağımlılığından kurtulmak için Bavyera’nın bir dağ köyünde inzivaya çekilen kadın polis, köyün barına gidip önce bir tonik, sonra yanına cin söylüyor. Sonra kalkıp müzik dolabına gidiyor, bir şarkı seçiyor. „Anyone Who Had A Heart“ Dinleyin, muhteşem.

                                           






Yorumlar