ALTIN TAPINAK'ta : Amritsar




                       

Gezi tarihi : Şubat 2011

Tarçın rengi ve ördek başı yeşili.

Bu renkleri taşıyan iki nesne aynı zamanlarda çarptı gözüme. Biri, kutsal havuzun demir parmaklıklarına konmuş, sivri ve uzun gagasıyla, Sihizm dininin kutsal mekanı Altın Tapınağın mızraklı görevlilerine nazire eden güzel bir kuş; diğeri, aynı renklerde sari giyen, iki çocuğu ve eşiyle, bir ritüele  hazırlanan genç ve güzel bir kadındı.

Ne kadın, ne kocası Sih değildi. Bunu, erkeğin başında türban olmamasından, kadının da sari giymesinden anlıyordum. Kadın Sih olsaydı, Pencabi dedikleri, şalvarımsı bir pantolon ve üzerine uzun bir şal attıkları tuniğini giyerdi.

Erkek Sih olsaydı, her şeyden önce uzun bir sakalı ve bıyıkları, kafasında ise hiç kesmedikleri saçlarını (keş) örten bir türbanı olurdu. Ayrıca, ben görmesem de, cebinde bir tarak (kanga), beline asılı küçük de olsa bir kama (kirpan), içine bir tür kısa pantolon (kaça) giyer, bileğine de mutlaka çelik bir bilezik (kara) takardı. Urdu dilinde hepsi ‘’K’’ ile başlayan bu beşliye, Sihizmde ‘Kakkas’ diyorlar ve uyuyorlardı.

Dinlerin amacı hep aynı aslında, iyi ve  dürüst insan olabilmek ve olmak. Peygamberler, onun için tanrının elçileri değil mi?

Zaman, on beşinci yüzyılın sonları, on altıncı yüzyılın başlarıdır, Avrupalı uzak diyarlara seferlere başlamış, Osmanlı İmparatorluğu en parlak yıllarını yaşıyordu. Hindistan’ın kuzeyinde Müslümanı, Zerdüştü, Hindusu, Budisti ile, her dinden insanı bir arada yaşamaya çalışırken, güneyde  Portekizlilerin gelmesiyle Hristiyanlık da yayılmaya başlıyordu.

Kuzeyde sosyal bir huzursuzluk dönemi hakimdi. İşte, böyle bir zamanda, GURU NANAK adlı bir Pencaplı, dünya işlerinden elini ayağını çekip, dolaşıp, görüşüp, konuşup, Hinduizmin Bakti ve İslamın Sufi kollarının özünü benimseyip, tek tanrıya inanan, kast sistemindeki eşitsizliği kabul etmeyen, toplum refahını, çok çalışmayı, paylaşmayı ilke edinen hatta inek eti bilke yenilebilen bir dinin öncülüğünü yapıyordu.

Tarçın rengi ve ördek başı yeşilinde birleşen; kuşla, kadını gördüğümde, bugün dünyada yirmi milyondan fazla inananı olan, Sihizmin kutsal mekanı, Amritsar şehrindeki ALTIN TAPINAK’taydım.

Kadının elinde yeşil bir peştamal vardı, belli ki havuzdan çıkınca kurulanmak için. Bir umarları var belli ki, dini başka da olsa bir Tanrıya dua edecekti. Ben, bir kiliseye girdiğimde, camide ettiğim duaları etmiyor muydum?

Hava hafif serindi, ayaklarım çıplaktı, mermere basıyordum, mermer soğuktu. Aslında yolluklar serilmişti, ama çıplak ayakla onlara basmak istemiyordum. Saçma bir hijyen merakı, oysa burası Hindistan, unutuyor muydum ne?

Tapınak kompleksi dört tarafı birkaç katlı, mermer cepheli binalardan oluşan, ortada bir havuz ve havuzun ortasında ise gerçekten de, yedi yüz elli kilo altınla kaplı mabetten oluşuyordu.

Ana kapıdan girerken başınıza mecburen eşarp bağlıyor, ayakkabılarınızı görevliye teslim ediyor, yolunuzu kesen bir arktan akan sıcak sudan ayaklarınızı bir nevi yıkayarakan geçiyordunuz.

Bütün zemin halı gibi, geometrik desenleri olan mermerlerle kaplıydı. Göze en takılanlardan biri de, başında ve belinde oranja bakan türban ve kuşakları, lacivert üniformaları, ellerinde uzun mızraklarıyla, simsiyah sakallı, uzun boyları Pencap erkeklerinin genetik mirasları olan muhafızlardı.

Havuzu çevreleyen binalardaki küçük küçük odalarda, kutsal kitabı okuyanlar vardı. Hoparlörlerden de sürekli müzik ve dua sesleri geliyordu. Odalardan birinin camından bakarken, gel diye işaret ettiklerinde, girdim, bir köşeye oturdum ve dinledim. Kulağa, aynı KURAN gibi geliyordu, okumaları.

Havuzun ortasındaki mabede doğru uzayan çift taraflı yoldan, birileri girerken, birileri çıkıyordu. Tek sıra halinde uzun kuyruğa giriyorum. Sabahın erken saatleri, kutsal kitap GURU GRANTH SAHİB’in yeri hazırlanıyordu.

Guru Nanak’tan sonra gelen dördüncü guru  zamanında, Ekber Şah tapınağın yapılması için, bağışlamış  bu araziyi. Ekber Şah Türk- Moğol kökenli bir imparator olup, aynı zamanda Agra’daki  Tac Mahal’i yaptıran Şah Cihan’ın dedesiydi.

Ekber Şah da dinler konusunda duyarlı bir insandı, belki de stratejik olarak öyle olmak zorundaydı. Halkı birleştirecek dinden daha etkili ne olabilirdi. Oğullarının eğitimini Portekizli Cizvit papazlarına bırakacak kadar Hristiyanlıkla da ilgilenip, Hinduizm, İslam ve Budizmi bir potada erittiği ‘İlahi Din’i halka dayatmıştı.

Fetihpur  Sıkri’de gezdiğimiz sarayında Müslüman, Hindu ve Hristiyan eşleri için yaptırdığı dairelerde, Ekber Şah’ın her hatunu, kendi dinini ve kültürünü yaşamış olsa da, oğlu İlahi Dinin yolunu kesmişti.

Mabede dönersek tekrar, kutsal kitabın konulup, okunacağı yer hazırlanıyordu. Sihizmde, kutsal kitap, onuncu ve son Guru olarak kabul edilmiş, GURU GRANTH SAHİB olarak adlandırılmıştı.

Kitabın konulacağı yerdeki beyaz örtüler kaldırılıp, altındaki halı süpürüldü ve tozları torbalara alındı.Sonra, beyaz örtü birkaç kişi tarafından gerile gerile yeniden yere serildi, uçları halının altına sokuldu. Kitabın konulması için de, bir halı katlandı, beyaz örtüyle sarılarak hazırlandı. Sağ tarafta iki kişi de sürekli müzik aletlerini çalarak ilahi söylüyordu.

Başka bir odadaki, ki burası gece sütle yıkanırmış, merasimle alınan kitap, üzerinde işlemeli göz alıcı renkte pullu payetli bir örtüyle  örtülü olarak, okuyacak olan görevlinin başının üzerinde salona getirildi. Üzeri sürekli beyaz bir püskülle yelpazeleniyordu. Hazırlanan yere konan kitabın üstündeki göz alıcı örtü kaldırıldı, beyaz kaplı, oldukça büyük ve bir karış kalınlığındaki kitap açıldı ve okunmaya başlandı.

Tapınak iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Kutsal kitabın okunduğu yeri yukardan gören küçük bir balkondan izliyordum insanları. Ellerinde kutsal kitabın küçük ebatta olanlarını okuyanlar da vardı, gözlerini kapatıp, ilahi bir huşu içinde kutsal kitaplarına kulak verenler de.

Benim gözlerim duvarlardaki işlemelere takıldı. Bordo ve yeşil çiçek motifleri, iç iç geçmiş desenler. Kabartma süslemelerle dolu tavanlar, çiçek açmış kolonlar. Kadın erkek bir arada ibadet edebilmek bir dinden, keyif veren maddelerin alınmaması başka bir dinden. Keşke, diye düşündüm dünyada tek bir altında birleşse insanlar.

Tapınak kompleksinde bir de yemek dağıtılan büyük bir aşevi vardı. Yemeği pişirenler, ekmeği yapanlar, dağıtanlar, bulaşıkları yıkayanların hepsi hepsi gönüllü, kadınlı erkekli Sihlerdi. Kalabalığı takip ettiğimde, elime birisi çatal kaşık, birisi metal bir tepsi, birisi de bir kap verdi. Yere serili uzun yollukların üzerinde sırayla oturan insanların arasına, yere ayaklarımı kıvırarak oturdum.

Sıranın bir ucundan, elindeki kovadan kepçeyle, vazgeçilmez mercimek  yemekleri ‘Dal’ ı dağıtarak geliyordu gönüllü. Arkasından sütlaç dolduruldu tepsimin bir gözüne, metal su tasıma su kondu, avucuma da ‘nan’ yani ekmek bırakıldı. Bir metal kaşık gürültüsü sardı büyük salonu.

Gözüm, ruhum, karnım doymuştu Altın Tapınak’ta.
Ama insanlar paylaşmayı bilmiyor, ne yazık ki tüm dünyada…


Gezi tarihi : Şubat 2011 


Yorumlar