Ana içeriğe atla

BAĞ BAŞINI BETON SARMIŞ, BAĞLARBAŞI SUSMUŞ KALMIŞ!







Gezi tarihi ; Şubat 2017

Beş altı yıl önce bir kış günü, üniversite arkadaşlarımdan birinin de şarkı söylediği Türk Sanat Müziği konseri için, Bağlarbaşı’ndaki okullardan birine gidiyordum. Bildiğim bir semt değildi, okulun yerini internetten bulmuştum.

Okulu ararken karşıma çıkan terk edilmiş, görkemli bir bina beni şaşkına çevirmişti. Fakir düşmüş, ama asaletinden bir şey kaybetmemiş, bu eski ve güzel binanın Bağlarbaşı gibi kendi halinde semtte ne işi vardı acaba? Binayı hafızamda bir yerlere yerleştirip, okula girmiş, sonra da kendimi eski şarkılara bırakmıştım.


Şimdi birkaç yüzyıl geriye, Akdeniz’e gidelim. Venedikli, çocuk yaşta bir kızın karşısına kader, korsanları çıkarıyor. Kız İstanbul’a getiriliyor, saraya satılıyor. Devir Hürrem devri, sultan bu güzel ve zeki kızı, oğlu Selim’e uygun buluyor. Öyle ki adını bile ‘’ışık saçan kraliçe’’ anlamına gelen NURBANU koyuyor.

Gel zaman git zaman Nurbanu büyüyor ve Sarı Selim’le evlenip, onun gözbebeği oluyor. Güçlü haseki sultanlık devrinden sonra, oğlu tahta geçince Nurbanu, Valide Sultan oluyor. Derken, torunu olunca da atik yani eski Valide Sultan oluyor.
İşte o zaman, dünyaya adını yaşatacak büyük bir eser bırakmak istiyor. Mimar Sinan artık yaşlanmıştır, ama hala hayattadır. Koca mimar, verilen emirle son eserini Üsküdar’ın tepelerine, NURBANU ATİK VALİDE SULTAN KÜLLİYESİ olarak nakşetmeye başlıyor.
Caminin yapımı için Van’dan ve Muş’tan Ermeni ustalar, işçiler getiriliyor. Gelenler, zamanla Bağlarbaşı’na yerleşmeye başlıyorlar. Derken ibadet ihtiyaçları için küçük bir de kilise yapıyorlar. Hatta adına, geldikleri yerlerdeki kilisenin adını, Surp Garabed adını veriyorlar.
Bugüne dönelim şimdi, Şubat ayı için oldukça güzel sayılacak güneşli bir günde, rotamı Atik Valide’den başlatıp, Surp Garabed’e sürdürüyorum. Külliyenin camisine daha önce de gelmiştim, ama restorasyon çalışmaları olduğundan gezememiş, ahşap çatılı, yanları demir parmaklıklarla çevrili, boydan boya sütunların sıralandığı son cemaat yerini çok beğenmiştim.
O zaman gezmediğim külliyenin diğer bölümleri; ki Darüşşifa, Darülhadis, Darülkurra, medrese, imarethane, hamam, sıbyan mektebi, hangah gibi; bazı bölümler Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’ne verilmiş, bazı bölümlerinde ise yine restorasyon tabelalarıyla karşılaşıyorum. Aslında, özellikle de Darüşşifa’yı görmek istiyordum.
Ömrümün üçte ikilik bölümü Bahçelievler’de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastanesi’ne, yani Mazhar Osman’ın hastanesine yakın bir sokakta geçmiştir. Biz çocukken; annemler, uzaktan gelen misafirlerimizi turistik gezi yaptırır gibi hastane bahçesine gezmeye götürür, hastalara sigara verirlerdi. Dolayısıyla, Mazhar Osman ve hastane hakkında merak edip, oldukça okumuşluğum da vardır.
Osmanlı zamanında en önemli Bimarhane (tam karşılığı olmamakla birlikte akıl hastanesi diyelim) Süleymaniye Külliyesi’nde idi. Bir salgın hastalığın başlaması sonucu, hastalar bir gece sessiz sedasız kayıklarla Toptaşı’na Atik Valide Külliyesinin Darüşşifa bölümüne yerleştirilirler.
Mazhar Osman’ın hastaneyi Bakırköy’deki bugünkü yerine taşımasından sonra, külliyenin bazı bölümleri bu kez Toptaşı Cezaevi olarak kullanılmış, kimleri kimleri de mecburi konukları arasına katmıştı. (Nazım Hikmet, Necip Fazıl, Yılmaz Güney, Can Yücel, Rıfat Ilgaz ve Çetin Altan)
Darüşşifa’nın tedavi amaçlı olarak hastalara gramafonla müzik de dinletilen Mimar Sinan eseri avlusunu, Vakıf Üniversitesinin (Edebiyat Fakültesi) camlarla kaplayarak tanınmaz hale getirdiğini, önce turnikeli girişin kapı aralığından, sonra da internetten görüyorum.
Külliyenin etrafını şöyle bir dolandıktan Çinili Hamamı, Çinili Camii’yi de geçtikten sonra, Vasiyet Sokak’ta Surp Garabed’in yolunu tutuyorum. Çift çan kuleli, yüksek duvarlarla çevrili büyük bir kilise var karşımda. Sokağı takip edip arka sokağa yürüdüğümde ise bir sürpriz bekliyor beni. Arkadaşımın konserine gittiğim gün hafızamda yer açan görkemli bina, derlenmiş toplanmış Kalfayan Ermeni Okulu olarak karşımda duruyordu.
Bağlarbaşı’na neden Bağlarbaşı denmiş acaba? İşte, sorunun cevabı da Surp Garabed Kilisesi ile bağlantılı. Çünkü, kilise arazisinde daha sonra yapılan manastırı da içine alan, bugünkü Ermeni Mezarlığına kadar olan bölge tamamı ile bağlıkmış. Benim çok beğendiğim o bina da bir yangın sonucu küle dönen eski Cemaran Okulu’nun yerine yapılan binaymış.
Bu arada mezarlık demişken, İstanbul’a birbirinden güzel eserler bırakmış, Osmanlının saray mimarları Balyan’ların aile mezarlarının da olduğu Bağlarbaşı Ermeni Mezarlığı, saat on yediye kadar ziyarete açık.
Rotamda iki yer daha var, biri yine daha önce açık olduğu bir zamana denk gelip içini de gezdiğim Surp Haç Kilisesi ile Bülbülderesi Mezarlığı.
Surp Haç Kilisesi, tek çan kulesi olan üç yüz yıllık bir kilise. Doksanlı yıllardaki onarımı Gülbenkyan Vakfı tarafından karşılanmış. Şimdi, Gülbenkyan deyince bir parantez daha açmak gerekiyor. Çünkü Üsküdar doğumlu jeoloji mühendisi bu zat, tarihe ‘Bay %5’ olarak geçmiş, Osmanlı zamanında Hollanda, İngiltere ve Amerikan şirketlerinin yanında, Ortadoğu petrollerinin yüzde beşini şahsına bağlamış, bir dünya zengini.
Bu dünyanın malını bu dünyada bırakıp, Gülbenkyan da götürememiş, öbür dünyaya göç etmiş olanların olduğu, ama görsel olarak da gezilmesi gereken bir yere gidiyorum. Selanikliler Caddesinden aşağı tam anlamıyla yuvarlanıyorum, çünkü çok dik bir caddedeyim. Yeni apartmanlar yapıldığı için mezarlığın yukardan girişi artık yok, araba girişini de ben kullanmıyorum.
Evet, sokağın adından da anlaşılacağı gibi, bu sokağın ve mezarlığın bir farklılığı var. Atatürk’ün öğretmenlerinden Şemsi Efendi de bu mezarlıkta yatıyor. Kat kat yükselen mezarlıkta, mezar taşlarının bir çoğunda ölen kişilerin fotoğrafları var. Çok eski Osmanlıca mezar taşlarının yanında, yenilerini de görüyorum. O gün dikkatimi çeken mezar yazılardan biri, Diyojen İsmayil oldu. Yanındaki mezar taşında da Diyojen İsmayilin eşi yazıyordu.
İsmayil neden Diyojen’di acaba?



Daha fazla ifade 

Yorumlar