KUMKAPI

                   

KUMKAPI
Doksanlı yıllar, henüz çalışıyorum, işyerim Karaköy’de, Beyoğlu’na çıkmam Boğazkesen Yokuşu’nu tırmanmama bakıyor. Günlerden Salı, akşam Yapı Kredi Bankası Sermet Çifter Kütüphanesinde ‘Salı Toplantıları’ var. Konu ‘’Beyoğlu’nda Beyoğlu’nu Konuşmak’’ konuk, Ara Güler.
Koştura koştura çıkıyorum Tomtom Kaptan’a kadar, Yeni Çarşı Caddesi’nde yokuş daha dikleşiyor, adımlarım yavaşlayıp, nefesim sıklaşıyor. Soldaki eski binanın balkon korkuluklarının güzelliğine göz atmadan geçmiyorum, her zamanki gibi.
Bir şeyler atıştırıp, yerimi alıyorum küçük salonda. Önce anlatıyor, sonra kısa ve öz cevaplar veriyor sorulanlara, ciddi duruşlu ama esprili, mütevazi ama büyük, Ara Usta. ‘Ben bir foto muhabiriyim’ diyor. Oysa dünyanın sayılı fotoğrafçılarının arasında adı geçiyor.
Facebook’ta rastladığım bir Ermeni ailenin siyah beyaz eski bir fotoğrafı götürdü beni Ara Güler konusuna. Yandaki yorumda şöyle yazmış, fotoğrafı koyan kişi; ‘’Bu resimdekilerin hepsi Gedikpaşalı ve bu resim Kumkapı’da çekilmis. Resimdekiler, mamamın babası ve maması, dayısı ve yengesi, onların çocukları, Çadırcılar Çeşmesi ve Saray içi sokakta otururlardı. Sene 1948 veya 1949’’
Kumkapı’da hiç duymadığım Acemdağı Mahallesi’nden bahsediliyor başka bir fotoğrafta. ’Acemdağ’ı arıyorum google amcada, Aras Yayınlarından Ara Güler’in ‘Kumkapı Ermeni Balıkçıları 1952’ kitabı çıkıyor karşıma. Kitapla ilgili, bir dergiyle yaptığı röportajı okuyorum sonra;
"Yıl 1952, Kumkapı hala ufak bir balıkçı köyüdür, İstanbul ise sularla çevrili bir kıyı şehri. Birkaç yıl sonra Sahil Yolu yapılınca bu şirin balıkçı limanı büsbütün başka bir biçim alacak. Ama o zaman bunun böyle olacağını kimse bilmiyor, tahmin edemiyordu; ne balıkçılar, ne balıkçı reisleri, ne Kumkapı halkı, ne de ben... İşte bu siyah-beyaz fotoğraflar çoktan yitmiş olan bir dünyanın belki de tek tanıklarıdır."
Bir fotoğraf, bin söze bedel misali, o siyah beyaz fotoğraflar da öyle çok şey anlatıyor ki insana, söze gerek kalmıyor aslında. Karadeniz sahillerinin balıkçı köyleri, kasabaları gibi; Kumkapıda’ki eski balıkçı mahallesinin denizden çok uzakta kalmış, yıpranmış evlerinin sıralandığı sokaklarında gezerken, gerçekten de ne balıktan ne balıkçıdan, ne ağlardan iz kalmıştı, Kumkapı meyhanelerini saymazsan.
Sokaktaki insanların o evlerle bağlarının çok eski olmadığı ortada. Ne şu bakkalın köşesinde taburelere oturmuş Arapça sohbet eden üç orta yaş üstü adam, ne karşı sokaktan gelen siyah takım elbiseleri, beyaz gömlekleriyle külhanbeyi yürüyüşlü üç delikanlı, ne de elinde alışveriş poşetiyle önümüz sıra yürüyen Afrikalı genç kadın, bu evlerin gerçek sahibi.
Yenikapı’da Marmaray’dan çıkınca, karşıya geçip, Hayriye Tüccarı Caddesi’nden yürüyoruz Kumkapı’ya doğru, kardeşimle. İşte buyurun İstanbul. Sokak adlarında bile bir hikaye gizli, yeter ki merak etsin kişi. Niye Hayriye Tüccarı bu caddenin adı?
Osmanlı’nın Avrupalı tüccarlara sağladığı ayrıcalıklardan kendileri için de istemekte diretince Müslüman tüccarlar, verilen bir beratla bu ayrıcalık tanınmış sadece elli altmış tanesine. Namuslu, dürüst, hilesiz hurdasız ve de dindar olması şartı ile. İşte, onlara denmiş ‘Hayriye Tüccarı’ ve birinin adı kalmış yadigar, Yenikapı’da .
İlerliyoruz, ama adı değişiyor Hayriye Tüccarı’nın,Türkeli Caddesi oluyor, bölgeye de Nışanca deniyor. Sağımızda duvarları kararmış eski penceresiz, dükkan bozuntusu yapı Nışancı Hamamı, karşısında da bir zamanlar hamamın gelirinin aktığı, küçük, orijinal halinden belli ki hiçbir iz taşımayan Nışancı Mehmet Paşa Camii. Taa Fatih zamanından. Nışancı da, hedefi ıskalamayan değil, padişahın tuğrasını fermanlara çeken devlet görevlisi.
Hamamın yanındaki sokaktan sağa dönüyoruz. Bu sokağın adı Şarapnel iken 2005’te savaşı çağrıştırdığı için değiştirilip, Sevgi Sokak oluyor. Önemli, çünkü bu sokakta az ötede Ermeni Parikhanesi ve Patriklik kilisesi Surp Asdvadzadzin var.
Biraz ilerleyince yine sağda üç yüzlü kesme taştan eski bir Osmanlı köşe çeşmesiyle karşılaşıyoruz. Neredeyse yarısı, yol seviyesinin altında kalan, kitabesi ise hala sağlam kalabilmeyi başaran çeşmenin adı, Halil Çevgan Çeşmesi.
Beşyüz sene önce Halil adında bir çevgan oyuncusu yaptırmış, bu güzel çeşmeyi. Biz ‘Polo’ diye biliyoruz, tarihi milattan öncelere dayanan, bu Orta Asya kökenli oyunu.
Sevgi Sokakta ilerlerken önümüz sıra yürüyen Habeş rahibini görünce, kardeşimle birbirimize bakıyoruz. Evet, dünya gerçekten küçük, bir önceki gün Galata Kulesi’ne inen yolda, yanında iki kişiyle yürüyen, aynı siyah kıyafetli, aynı güneş gözlüklü, aynı ten, aynı ırk yani aynı adam, yine önümüzde. Biz soldaki Bezciyan İlköğretim Okuluna takılırken, onlar giriyorlar kiliseye.
Bezciyan adında biraz duruyoruz, çünkü beş yüz sayfalık bir kitabı bitirmişim onunla ilgili. Buranın, yanı Kumkapı’nın çocuğu. Hiç evlenmemiş, hastayken ziyaretine gelecek kadar II.Mahmut’un dostluğunu kazanmış, Darphaneye baş olmuş, Rus Savaşının tazminatını bozuk parayla ödemiş, padişahtan nişan almış, Surp Pırgiç Ermeni Hastanesinin kurulmasını sağlamış, cemaatine çok faydası dokunmuş bir kişi.
Kumkapı’nın geçirdiği büyük yangınlardan birinde kül olan eski okulun yerine, bu okulu yaptırmış, hem kazaz yani ipek tüccarı,hem Amira yani bey, Kazaz Amira Artin Bezciyan. Okul binasını, söylemeye gerek var mı, yüz yıllık bir bina.
Hemen yanındaki, önceleri bir Rum kilisesi olan Surp Asdvazadzin yani Meryem Ana Kilisesi nice yangınlardan sonra, Bezciyan tarafından Osmanlı saray mimarlarının en ünlülerinden Amira Balyan’a taştan yeniden yaptırılır. Kendisi de özel izinlerle buraya gömülür. Kilisenin karşısındaki patriklik binasını da yeniden yaptıran Bezciyan, mimarı da Balyan’dır.
Bir arka sokağa geçiyoruz, adı Tavaşi Çeşme Sokak. Sokakta, gözlere mimari ziyafet çeken sıra evlere geçmeden, sokağın adından başlayalım önce. Ne demek ‘Tavaşi’ diye.
Harem Ağalarını biliriz Osmanlının, hani hadım edilirler, en kuytu işler onlarla yapılır sarayda. Sözlük de diyor ki ‘’ Herhangi bir erkek canlının, erkeklik bezlerini çıkararak veya burarak erkeklik görevini yapamayacak duruma getirmek, Tavaşi.'' Çeşmeyi görmüyoruz ama, ilerde bir de camisi var Tavaşi Süleyman Ağa’nın, 250’yi aşan yaşı ve ahşap minaresiyle.
Karşısına geçip hayran hayran seyrettiğimiz cumbalı, altı binadan oluşan sıra evlerin alnındaki tarih, 1890. Bir dönem, hemen arka sokaktaki Surp Asdvazadzin Kilisesinin papazlarının kaldığı evlerken, eski bir gazete haberinde daha sonraları kimsesiz ve yoksul Ermenilerin kaldığı evler olduğunu okuyorum. Restorasyonu hemen hemen bitmiş gibi gözüken sıra evler, yakında butik otel olarak açılacağı günleri bekliyor.
Ve yolumuz Kumkapı Meyhanelerine çıkıyor. Kör Agop’un meyhanesinin tuğla binası ben yaşayan tarihim diyor.Tuğla cepheli, kemerli pencereli, yüksek tavanlı meyhaneyi, şimdi üçüncü kuşak işletiyor.
Meydanın dört bir yanı masa sandalye, henüz kokular yükselmiyor, dem zamanı için erken, dümeni Samsa sokağa kırıyor, ilerliyoruz. Solumuzda Panaya Elpida Rum kilisesi, yüksek duvarların arkasından çifte kuleleriyle boy veriyor.
Güneş vuran kaldırıma atılan koltukta oturan iki teyze, aksanlı konuşmalarıyla ayaküstü kısa bir dinler tarihi geçip, yerel bir katkıda bulunmuş oluyor Kumkapı gezimize.
Pazar günü doğduğu için anne babasının Kiryaki dedikleri azizenin hikayesi ve adına yapılan cephesi üzüm salkımlarıyla süslü Aya Kiryaki Kilisesi, Kadırga ve daha öteleri anlatmak da başka, artık başka bir sefere....


Gezi tarihi : Eylül 2016


Yorumlar