ŞU İSTANBUL VAR YA! - Kumbaracı Yokuşu


                                          

Gezi Tarihi : Eylül 2017


ŞU İSTANBUL VAR YA !
Leyla Saz'ın tek bir bestesini bile dinlememişimdir aslında. Ama, sanal Kadınlar Müzesi'nde hayatını okuyunca, derinlemesine daldım yaşantısına.

Babasının, Abdülmecid zamanı saray doktoru olduğunu, babaannesinin adalardan birinde yaşadığını, çocukluğunun sarayda geçtiğini, sonra babası Girit'e vali atandığında onunla gittiğini, gemide Atina Üniversitesi'nde öğretim görevlisi bir matmazelle tanıştığını, beş dil bilen bu matmazelden Fransızca ve Rumca öğrendiğini, on dokuz yaşında Giritli mektupçubaşıyla evlendiğini, kocası da vali olduğunda onunla bir çok şehirde bulunduğunu, günlükler tuttuğunu, dört çocuğu olduğunu, sarayı hep yadettiğini, saray yaşantısını kitaplaştırdığını, bulunduğu mekanlarda etrafına sanatçıları topladığını, Bostancıdaki köşkünü, köşkü yandığında anıları ve besteleri dahil pek çok eserinin yandığını, bazılarını sonradan tekrar yazdığını, fotoğraflarında göğsünde taşıdığı madalyonun Abdülhamid tarafından kadınlara verilen bir nışan olduğunu ve bunların uzantılarını bu yaz bir dönem araştırıp okumuştum.

Eylül sonu 15.İstanbul Bienali için Pera Müzesi'nden, İstanbul Modern'e giderken Kumbaracı Yokuşu'nu kullandım. Bu yokuş boyunca eskimiş, ama ruhunu saklamış binalar, bana İstanbul'da yaşıyor olmanın hazzını tattırır daima.

Bazen çıkmaz sokaklar, bazen dar sokakçıklar, bazen bir camiyle kilisenin bahçe duvarı kardeşliği, bazen bir cumbanın çapkınlığı, bir zaman da yaramaz çocukların meraklı bakışları vardır bu sokaklarda.

Bir zaman diyorum çünkü değişime uğruyor artık onlar da. Evler el değiştiriyor, binalar yenileniyor, kiralar yükseliyor, Beyoğlu Parisleşiyor artık. En az on beş yıl oluyor, Kumbaracı Yokuşu Çocukları fotoğrafımı çekeli.

Gülçiçeğimleyim bu kez, yokuştan aşağı inerken. Tam ortalarında yokuşun, gel, dedim, sağdaki sokağa doğru hafif bir yokuşa tırmandırdım onu. Solumuzda, bir ortaçağ şatosunu andıran Kırım Kilisesini işaret ederek.

İstanbul'daki diğer bütün kiliselerden farklı bir yapıdır Kırım Kilisesi. Taş bir yapıdır, giriş cephesinde iki küçük kulesi, doğu cephesinde yüksekçe bir çan kulesi vardır. Yapının taşları Büyükada'dan, pencere sövelerindeki sarı taşlar Malta'dan gelmiştir.

Onunla ilk tanıştığımda bahçe kapısı da zincirliydi, ama esmerce, Asyalı insanlar vardı bahçesinde. Anlam veremediğim bu görüntüye, 90'lı yılların ortalarında, Tarih Vakfı kitaplarından ''İstanbul'da Hatırlamak Ve Unutmak'' da cevap bulacaktım.

Kilisenin bahçesinde ağaçlar arasına gerilen iplere serilmiş çamaşırlar ve bir papazla söyleşi vardı bu kitapta, sözlü tarihini anlatırken İstanbul'un. Ian Sherwood diyordu ki ''Ben, akşamları bu bahçede otururken top oynayan çocukları ve birbirine seslenen insanları duyuyorum. Modern bir şehirde çok az rastlanan bir şeydir, sadece insan sesi duymak''

Ian Sherwood, İrlandalı bir papaz. İngiliz konsolosluğunda görev yaparken, terkedilmiş bu kiliseyi, zor durumdaki Sri Lankalı (eski adıyla Seylan) mülteciler için, sığınma yeri olarak düşünmüş. Körfez savaşı yılları, Kuveyt'ten kaçıp, ülkelerine dönemeyen Tamillerdi bu Sri Lankalılar. İşte, benim gördüğüm esmerce Asyalılar onlardı.

Yetmişlerde harabeye dönen kilise, onlarla canlandı, doksanlarda yeniden açıldı. İlk günlerde Ian Sherwood, güvercinlerle yattı kalktı orada. Büyük bir vaftiz kurnası vardı, yetişkinlerin de vaftiz olabilmesi için. Ve ahşap asma katında büyük bir org.

Kırım Kilisesini bilmesek de Kırım Savaşını okumuşuzdur tarih kitaplarında. İngilizler ve Fransızlar kullanmıştır Osmanlıyı, Ruslara karşı. Kılıç Ali Paşa Camisinin avlusu bile gelen yaralılarla dolmuştu bir dönem. İşte o savaşın anısına yapılmış Kırım Kilisesi de. Ve bir de, Kadıköy'deki İngiliz Mezarlığındaki anıt.

Kraliçe Victoria dönemi, kraliçe bir de araba gönderir Osmanlı imparatoruna hediye. Şeyhülislam fetva verir ''şeytan icadıdır'' diye, atılır araba Sarayburnu'ndan denize.

Şimdi, gelelim Leyla Saz ne alaka Kırım Kilisesi ile? Konu konuyu, insan insanı bağlıyor biribirine, çünkü aradaki kitap yani ''İstanbul'da Hatırlamak Ve Unutmak'' onun torunun çocuğu olan başka bir Leyla'nın eseri. Antropolog Leyla Neyzi, öyle bir akademisyen ki, tezini hazırlamak için bir buçuk yıl yörüklerle yaşamış, öyle bağlar kurmuş ki onları objeleştirmemek için, tezini kitap haline getirmemiş bir insan.

Peki, ben niye Leyla Neyzi'ye böyle odaklandım? Çünkü bu yaz, bir akşam vakti, Leyla Saz merakımı gidermek peşindeyken, torunlarının ''Kızıltoprak Anıları'' ve ''Meyzi İle Neyzi'' kitaplarının peşinde koşturuyordum. Leyla Neyzi de onların devamıydı.

Okuyun, harika kitaplar. Osmanlının son dönemi, cumhuriyetin ilk yılları, hayat nasıldı. Kızıltoprak istasyonunda ilk karşılaşma, ilk bakışma, daha neler. benden bu kadar....




Görüntünün olası içeriği: açık hava

Yorumlar