BERLİN ANIMSAMALARI (1)

 
Harika bir başlangıçla açıyoruz Berlin günlerini. Üç saat uçuş, havaalanı, transfer, metro derken otelimizin şehrin göbeği sayılacak Mitte'de olmasının avantajını, üç beş sokak yukarıdaki, etkinlik meydanında müzik festivali günlerinin sonuncusunu yakalamakla görüyoruz.Üç tarafında Alman Katedrali, Fransız Katedrali ve Berlin Konser Salonu gibi üç anıtsal yapının sıralandığı Gendermanmarkt, Berlin'in sayılı meydanlarından. Binalar II. Dünya Savaşı'nda ya tamamen yıkılmış, ya da harabeye dönmüşse de, uzun süren muhteşem restorasyon çalışmalarıyla, son yirmi yıl içinde, yeni işlevler kazandırılarak, eski ihtişamlarına kavuşmuş.
Meydanda kurulan sahnenin ve trübünlerin etrafı brandalarla çevrilmiş olsa da, içeridekilerden çok dışarıda katılımın olduğu kalabalığa karışıyoruz. Aklınızda olsun, temmuzun ilk günleri Berlin'e gitmeye niyetlenirseniz, Gendarmenmarkt Meydanı'nın sağına soluna açılan sokaklarda şenlik var.Battaniyesini yere seren, sandalyesini kapıp gelen, etraftaki kafelerde, barlarda oturan, ayakta duran ya da bizim gibi eski bir apartmanın pencere boşluğuna oturan herkesin kesiştiği üç şey var, eldeki içecek, yüzlerdeki tebessüm ve kulaklardaki müzik.Ama dikkat, temmuz bizdeki gibi sıcak değil Berlin'de, hele güneş battıktan sonra. Yol yorgunluğuna, hatırı sayılan soğuk da eklenince,konserin sonunu beklemeden, otelin yolunu tutuyoruz, Sabah dört günlük Berlin serüvenimiz başlayacak.
Huyumdur, seyahate çıkmadan iyice incelerim gideceğim şehri ki, dönünce ''Tüh, bak buraya gitmedik'' demeyeyim. İşte, incelemeleri yaparken karşılaştım, tökezleme taşlarıyla. Ve sabah otele yakın bir kafede yaptığımız kahvaltıdan sonra başlangıç müzesi olarak seçtiğimiz, otele de oldukça yakın olan Yahudi Müzesi'ne giderken başladılar karşımıza çıkmaya.Kaldırımda yürürken, bir bakıyorsun, 10X10 sarı metal bir plaket, bazen bir kaç tane. Üzerinde bir isim, bir tarih ve ''Burada yaşıyordu'' yazısı. Başını kaldırıp baktığında, önünde durduğun apartmandan, II.Dünya Savaşı'nda ve öncesinde, kaç Yahudinin toplama ya da ölüm kamplarına gönderidiğini farkedip, tökezliyorsun.Alman sanatçı Demnig'in Almanya'da altı bin, tüm Avrupa'da altmış bin tane üreterek, kamusal alanlara yerleştirdiği, Nazi zulmünde yaşananların belleğe kazınması için, tökezleme taşları.
Küçük bir parkın yanından geçip Yahudi Müzesi'ne geliyoruz. Bir proje yarişması sonucu yapılan yeni bölüme , eski binadan yeraltından bir tünelle geçiliyor.Zig zaglar halinde uzayan yeni binanın, dışı kadar içini de düşündürücü bir konseptle planlayan, kendisi de Yahudi olan mimar; yokluk, boşluk ve görünmezlik hissini vurgulayarak, bunu ziyaretçilere de yaşatmak istemiş.Gerçekten de, aydınlıktan karanlığa geçişle, boşluklar, çıkmaz sokaklar gibi koridorlarla, beton sütunların oluşturduğu, labirent gibi bir bahçe; sergilenen metalar, bir alyansi bir mektup, bir kitap, eğer biraz da yakın tarih bilginiz varsa, size mimarın vurgulamak istediklerini yaşatıyor. Hele, Nazi zulmünde hayatını kaybeden insanları temsilen, on bin ifadesiz metal suratın olduğu, yüksek duvarlı, yarı karanlık alanda yürürken metallerden çıkan sesler, çığlıklar gibi kulaklarda yankılanıyor.
Müzeden çıkıp, Friedrich Caddesi'nden yukarı yürürken, bu kez meşhur Check Point Charlie noktasında, turist kalabalığını görüyoruz. Biz, turist değil Berlinliymişiz gibi. Berlin Duvarı'nın şehri böldüğü zamanlarda, geçiş kapılarından birisi olan bu nokta, şimdi şehre gelen turistlerin fotoğraf çektirdiği yer olarak namını sürdürüyor.Biz de, dört gün boyunca o noktaya epey uğruyoruz ama, yan sokaklarından birinde keşfettiğimiz ve bize oldukça indirim yapan bir Türk market bulduğumuz için. Önceki akşam, ayağımızın tozuyla konser dinleyip, Berlinlilere karıştığımız Gendarmenmarkt'tan, biraz yukarı doğru yürüyüp Bebelplatz'a geliyoruz. Meydanın ortasında gördüğümüz kalabalık, 1933'te bir mayıs gecesi, muhalif yazarlarların binlerce kitabının yakıldığı noktanın işaretini veriyor.Orada, cam platformdan aşağı baktığımızda, yirmi bin kitabın sığacağı boş raflar görüyoruz şimdi. O geceyi, özgür düşünceleri yakan zihniyetleri dünya unutmasın diye.
Opera Binası'nı sağımıza alıp, meşhur Ihlamurlar Altında Caddesi'ne varıyoruz böylece. Sağa dönüyoruz, rotamız Müzeler Adası. Adaya ayak basmadan Spree nehri kıyısı boyunca yürüyüp, adanın en güzel fotoğraflarından birini veren Eber Köprüsü'ne yürüyoruz. Eski bir köprü, bırak öyle kalsın gibilerden. Ey Yeldeğirmeni'nde, Uzun Hafız Sokağın sonunda, döküm korkulukları da kendi de yok edilen tren yolu köprüsü, yazık oldu sana.
Köprüyü karşıya geçsek, hem nazi döneminin gelişini ayak seslerinden tahmin eden aykırı yazar Tucholsky'nin adının verildiği caddeye geçmiş olacağız, hem de tökezleme taşlarına sıkça rastlayacağımız sokaklara yaklaşacağız. Karşıya geçmeyeceğiz ama Tucholsky'yi biraz tanıyalım mı? Tucholsky, Alman İmparatorluğunun son zamanlarında, bir bankerin oğlu olarak dünyaya gelen Yahudi bir yazar. Hukuk okurken yazarlığa ve gazeteciliğe merak salmış. Daha on yedi yaşındayken bir arkadaşıyla, Berlin'in en güzel caddelerinden birinde, bir kitap alana bir içkinin bedava olduğu, ömrü pek de uzun olmayan bir kitap-bar açmış. İlerleyen yaşlarında yazdığı hiciv dolu yazılarının yanında; Almanların, diktatörlükten hiç de şikayetçi olmadıklarını, yabancıların ise Hitler'in egemenliğini kabul etmiş olduklarını görüp, yakında savaşın çıkacağını tahmin etmiş. Ülkesinde fazla kalamayacağını anlayarak önce Fransa'ya sonra İsveç'e giden Tucholsky, 1935'te içtiği uyku hapları yüzünden, intihar mı, yanlışlık mı olduğu tam da anlaşılamayarak hayata veda etmiş. Farklı isimler kullanarak yazdığı taşlamalarından birinde mezar taşında şöyle yazılmasını istemiş; "Burada altın bir kalp ve demir bir çene yatmaktadır. İyi geceler.'' Ama, İsveç'te bir meşe ağacının altındaki mezar taşında, Goethe'den bir cümle yazıyor; "Fani olan her şey sadece bir simgedir"
Köprünün karşısını, Tucholsky Caddesi'ni sonraki günlere bırakıp, Müzeler Adası'nda önce, Berlin Katedrali'ni gezmek ve önündeki yeşil çimenlere uzanmak niyetindeyiz. Çektiğimiz fotoğraflarla, arkamızda bakırları yeşermiş kubbeleriyle yükselen katedral fonunda, ayakkabılar fora, eller havaya, zamanı durduruyoruz.Berlin Katedrali içiyle de dışıyla da, görkemli bir yapı. Bir de iki yüz yetmiş basamakla kulesine çıkılırsa, üç yüz altmış derece Berlin ayaklar altında.1999'dan bu yana Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi'nde bulunan Müzeler Adası'nda beş müze var. Müze Pass biletleriyle hepsi gezebildiği gibi, münferit biletler de alınıyor. Bergama Sunağı'nın da olduğu Pergamon Müzesi'nde, sunağın da olduğu bazı bölümler, tadilat nedeniyle 2023'e kadar kapalı. Bunu biliyorduk da, yine de içeriye girmek için kuyrukta bir saat beklemek doğrusu sürpriz oluyor. Çıkanlar oldukça, küçük gruplar halinde içeriye alınıyoruz.Çoğu Ortadoğu ve Anadolu'dan ve de özellikle Abdülhamit zamanında Bağdat Demiryolu yapılırken, haberli habersiz, verilen imtiyazlarla götürülen eserler, saatlerce dolaşılacak salonlarda yerlerini alıyor.Sultanahmet Meydanı'ndaki meşhur Alman Çeşmesi'nin, binlerce kilometrelik Bağdat demiryolu ihalesinin Almanlara verilişinin hediyesi olarak, orada durmakta olduğunu biliyor muyuz!
En az Bergama sunağı kadar görkemli Milet Agora Kapısı, Amman yakınlarında bir sarayın otuz metre uzunluğunda üç metre yüksekliğinde motiflerle süslü duvar parçaları olan Msatta Alınlığı ve kobalt mavisiyle insanı büyüleyen aslanlı, Asur'un İştar Kapısı; Osmanlının, Osman Hamdi Bey'in, bence, ''artık yeter'' deyip, kendi müzemizi açıncaya kadar verdiklerinden, sadece bir kaç tanesi.Müze çıkışı kendimize gelmek için bir kafe bakınıyoruz. En sertinden ekspressolar iyi gelecek. Yanına, Osman Hamdi Bey'in, Kadıköy'ün ilk Belediye Başkanı olduğunu da ekleyerek..
KAŞ / Hzrn. 2020

Yorumlar