BENİM BEYOĞLU'M 1 (Güncellenmiş 2020 versiyonu)

 


Yirmi kala vapuru ile  karşıya geçiyorum. Kadıköy'de oturmaya başladığımdan bu yana,  ki yirmi yıl oluyor,  yolum daha az düşüyor Beyoğlu'na, ama  arada bir sebep yaratıp, havasını kokluyorum.

 

İşte bir sebep, Şişhane'de Fehmi Bey'e uğrayıp abajur bakmak. Biliyorum ki birbirinden şık abajurların içinde birine  karar veremeyip, Fehmi Bey'le hoş bir Asmalımescit ya da Galata sohbetiyle  günü renklendireceğim.


Fener gibi, ışıklı rengarenk bir semtte büyüyüp, akademinin seramik bölümünü bitiren Fehmi Bey,  baba mesleği avize işini devralıp, ışığı, demir ve camla giydirmeye başlamış. 


Onun ne kadar farklı çalışmaları olduğunu, 90'lı yıllarda dükkanı Bankalar Caddesi'nin Şişhane'ye yakın üst taraflarında iken  keşfetmiştim. Şimdi, Şişhane Caddesi'nin diğer tarafında, daha sakin ve yavaş,  müşterilerini misafir gibi karşılayıp, sohbete dalan, masasında her daim bir kitap olan Fehmi Bey var.  Evet, güzellerin içinden bir tane seçemeyip, sohbet sonrası dükkandan çıkıyorum. 


İşte, Frej Apartmanı karşımda, yani Sarkuysan'ın binası (Kapalıçarşının sarraf, kuyumcu ve sanatkarları birliği). İkinci derece tarihi eser olan bina, Lübnan'lı oldukça varlıklı Frej ailesininmiş. Her katın görünümü birbirinden farklı, ön cephesindeki heykelleriyle saray yavrusu bir bina. 


Ailenin üç çocuğundan Anjel,  İstiklal Savaşı kurmaylarından, aristokrat ve entellektüel ve de yakışıklı Feridun Dirimtekin'le evlenerek Aysel oluyor. Subayların, yabancı kadınlarla evlenmesi yasak olduğundan, Feridun Bey askerlikten ayrılıyor. Zamanın İstanbul sosyetesinin göz bebekleri olan çiftin, yaşadıkları çok lüks hayat; çeşitli nedenlerden, yavaş yavaş bitiyor. Feridun Bey Ayasofya Müzesi'ndeki işinden emekli olunca, Frej Apartmanı satılıyor. Nışantaşı'na taşınıyorlar. Bir gün, evin önünde kazılan elektrik çukuruna düşüp kalçasını kıran Feridun Bey daha sonra kalp yetmezliğinden ölüyor.


Bundan sonra hayat Aysel Hanım için daha da kötü gelişiyor. Eşinin yakınları akıl sağlığının yerinde olmadığı doğrultusunda rapor alıyor. Önce Akıl Hastanesine, sonra bir huzurevine yerleştiriliyor. Huzurevinde düşerek kalçasını kıran Anjel de, daha sonra  hayata veda ediyor. Bina  da 1983'te Sarkuysan A.Ş.'ye satılıyor. Son duyduklarım otel olacağı doğrultusunda.


Frej Apartmanı'na uzaktan baktıktan sonra, yönümü Meşrutiyet Caddesi tarafa çeviriyorum. Pera Palas'a göz atmadan olmaz. 1894 tarihinde yapılan otelde,  o yıllarda Orient Ekspres treniyle Avrupa'dan gelen yolcular kalıyordu. Üç beş yıl öncesine kadar, turistik olarak devam eden, yolcularının sekiz bin euro gibi yüksek bir bedel ödeyerek yaptıkları, bu Paris  İstanbul seyahatlerinin sonuncularından birinin haberini gazetede okuyunca,  Orient Ekspres'i görmek için Sirkeci Gar'ının yolunu tutmuştum.


Aynı caddede görmek istediğim bir bina daha var. Kamondo Ailesinin  Meşrutiyet Caddesi ile Yemenici Sokak arasındaki adayı kaplayan   evleri. Ailenin Fransa'ya göçünden sonra, bir süre  çeşitli iş yerlerinin olduğu  bina, daha sonra da uzun bir süre boş kalmış, geçtiğimiz yıllarda kapsamlı bir restorasyon  geçirerek, Adahan Otel olarak hizmete girmişti. Oldukça eğimli bir sokakta olan otele, 'orijinal halinden bir şeyler kalmış mı acaba?' diye, bir kahve içimlik girmiş, resepsiyon katındaki bar ve toplantı odalarının olduğu kısımlarda, duvarlardaki resim kalıntılarıyla merakımı gidermiştim.


Tanzimat Döneminin bu ünlü banker ailesi, Osmanlı İmparatorluğu'na  kredi (borç) verecek kadar zengin bir aile. Cumhuriyetle birlikte Fransa'ya göç edip, orada Paribank'ı kurmuşlar. Louvre'a bağışladıkları zengin  kolleksiyonlarının yanı sıra, oturdukları ev de özel müze olarak gezilebiliyor. İkinci dünya Savaşında toplama kamplarında yok olan aileyle ilgili, Türkçe olarak birkaç da kitap var. En iyilerinden biri, Nora Şeni'nin Camondolar kitabı.  


Tünel'e yürüyüp Galata Mevlevihanesinin olduğu Galip Dede Caddesi'ne giriyorum.


Ne zaman geçsem bir kedi gördüğüm Mevlevihane'nin bahçesinde yine bir kedi görüyorum. Burası 1492 yılında yapılan şehrin en eski Mevlevi tekkesi. Şu andaki bina 18.yüzyıldan kalma. Burada, dünyanın dört bucağından gelen turistleri görmek mümkün olduğu gibi, bizzat semaha duranları da görebilirsiniz. Benim on yıl kadar önce gittiğim törende bir Hollandalı semazen vardı.


Mevlevihane'nin biraz ilerisinde sağda Tımarcı Sokağı'nda sevdiğim binalardan biri daha var. Orijinal adıyla  Barnathan Apartmanı, daha sonraki adlarıyla Halis Hamit, sonra  Demir Apartmanı ve son haliyle otele dönüşmekte olan 130 yıllık, zamanının ilk blok apartmanlarından biri. 


Tımarcı Sokağın bir yanı boyunca uzayan apartmanın cephe düzenlemeleri ve bezemeleri döneminin güzel örneklerinden. Kapı alınlığında, çiçek, istiridye, bereketi simgeleyen üzüm salkımlarının yanı sıra,  yapım tarihleri 1892 ve 1893 'ün karşılarında, 5652 ve 5654 olarak İbrani  takvimine denk düşen tarihler de var.


Tımarcı Sokak, Şahkulu Sokağa açılıyor. Daha doğrusu Şahkulu Çıkmazına. Basamaklarla sonlanan sokak,  altından arka sokağa geçit olan bir apartmanla kesiliyor. Doksanlı yıllarda iki sokak arasındaki geçişi sağlayan bu pasaj, bu bölgenin (Beyoğlu ve Galata) pirim yapmaya başlayıp, eski binaların restore edilerek, yüksek fiyatlarla pazarlanması sonucu, kapıların sürekli kapalı tutulmasıyla, geçişe kapatılmış. Bu pasajlı bina da zamanının ünlü mobilya mağazası Salti'nin olduğu, sahibinin adını taşıyan, yüz yıllık tarihi bir bina. 


Tekrar Mevlevihane'nin olduğu Galip Dede Caddesi'ne dönüyorum. Tetonia'nın (Alman Kültür Merkezi) yanındaki sokaktan avaz avaz çocuk sesleri geliyor. Deutsche Schule'nin öğrencileri teneffüste.


Çekmek istediğim bir fotoğraf var. Kırım Kilisesi'nin gotik kubbesiyle Hacı Mimi Camisi'nin minaresini aynı kareye almak. Antakya'da benzer bir fotoğraf hep çekilir. Gökyüzü ve bulutlar da uygunken Kumbaracı (veya aslı olan Humbaracı) Yokuşu'na yöneliyorum.


Hacı Mimi Cami, El Hac Mehmet Çelebi isimli zat tarafından 16. yüzyılda  yaptırılmış.1900'lerde bile harap vaziyetteki caminin yerine 1958'de şimdiki yüz yirmi  metrekarelik betonarme bina yaptırılıyor.(Kaynak Beyoğlu Müftülüğü)


Bir Anglikan kilisesi olan Kırım Kilisesi'ne gelince, Kırım Savaşı'na katılan İngiliz askerlerin anısına Abdülmecit'in müsadesi ile 1858'te yapımına başlanıyor. Yapımı on yıl sürüyor. 1971'de cemaatı azalan kilise kapatılıyor.1991'de, eski bir İngiliz sömürgesi olan Sri Lanka'daki (eski Seylan) iç savaştan kaçan sığınmacılar bu kiliseye yerleştiriliyor ve kilisenin onarımına başlanıyor. İşte benim  de tam o dönemde karşıma çıkıyor kilise. Kiliseden çok şatoya benzeyen bu kiliseyi ilk farkettiğim yıllarda, bir de içerde çekik gözlü esmer insanları görünce şaşkınlığım iyice artmıştı.


Kilisenin papazının bir röpörtajını okumuştum. Beyoğlu'nun bu sokaklarındaki evlerde Anadolu'dan gelip yerleşenler bir hayli çoktur (Aslında 'çoktu' demem lazım, zira son on yılda binalar restore edilip, prestijli yapılar haline  getirildiğinden, oturan kitle değişti)  Ve evden eve ip gerilip çamaşır asılır(dı). 90'lı yıllarda kilisenin tadilatından sonra bahçesini de düzenleyen papazın, çamaşır iplerini bahçeye uzatıp, uzatamayacağını soran çok çocuklu bir komşusuna verdiği  "elbette, içinde hayat olmazsa bahçe neye yarar " cevabı çok hoşuma gitmişti.


Evet, yemek zamanı geldi. En tercih ettiğim yerlerden biri olan Rejans güne de en uygun düşeni olsa gerek (Ne yazık ki 2011'de kapandı, daha sonra tekrar açıldıysa da yorumlarda eski tadın olmadığı vurgulandığından henüz gitmedim)


1917 Ekim Devrim'inden sonra Rusya'dan gelen Beyaz Rusların açtıkları bu lokantada, o zamanlar canlı müzik de olurmuş. Atatürk'ün de tercih ettiği lokantada, Kievski ve karskinin arasında benim tercihim böf straganof(du). Jülyen doğranmış  dana eti, üzerine özel bir sos. Spesyal içkileri "sarı votka". İçine limon kabuğu konularak bekletilmiş olan  votka masaya şişeyle geliyor, içildiği kadarına hesap ödeniyor (du) İçemediğinizi de isterseniz alıp, evde devam size kalmış(tı).


Yemekten sonra Yapı Kredi Bankası Vedat Nedim Tör Müzesi'nde mutlaka güzel bir sergi vardır, o gezilir.


Bir Bodrum dönüşü direksiyonu  Aydın'a çevirip Geyre'de Afrodisias antik kentini gezmiştik. Ara Güler'in fotoğraf çekimi  için gittiği bir yerden dönüşte, yolunu kaybedip düştüğü Geyre'de, oturduğu köy kahvesinde sütun başı masalar, evlerin duvarlarında yazıtlar görmesiyle başlayan macera, arkeolog Kenan Erim  için yaşam şekli olmuş, ömrünün yarısını bu antik kentin ortaya çıkarılmasına adayan arkeologun, ebedi uykusu için  de, antik şehrin muhteşem anıt kapısının gölgesini hak ettiği düşünülmüştü.


O zaman İstanbul'a döndüğümüz günlerde Vedat Nedim Tör Müzesi'nde Afrodisias Sergisi ile karşılaşmak, güzel bir sürpriz olmuştu.


Beyoğlu'na dönersek, mevcut sergiyi gezip, açılan deftere teşekkürlerimi de bildirdikten sonra, alt kattaki kitapçıya iniyorum. İstiklal Caddesinin kitapçıları saatlerimi geçirdiğim yerlerdendir. Bir saate yakın kitap karıştırıp, Emma Chaplin'i dinledikten sonra, kendime birkaç kitap hediye ediyorum.


Leb-i Derya'da  İstanbul manzaralı fındık aromalı kahvemi de içtikten  sonra Kumbaracı Yokuşu'ndan Karaköy'e ineceğim.


Kumbaracı Yokuşu'ndan inerken yine dönüşümden önceki zamanlardan bir anı geliyor aklıma. O yıl "Kumbaracı Yokuşu Çocukları" adı verilen bir faaliyet gerçekleştirilmişti.  Çocuklara birer fotoğraf makinesi verilmiş, çektikleri fotoğraflar sokağın binalarının cephelerine asılmıştı. Yanlarından geçerken sorduğum çocuklardan biri  çektiği üç fotoğrafın sergilendiğini, makinelerin de kendilerine hediye edildiğini söylemişti.


Karaköy'e doğru inerken yıllara meydan okuyan bakımsız ama yine de çok güzel binaların fotoğraflarını çekiyorum. Benim Beyoğlu'm da böyle bir Beyoğlu işte.


Not: Güncelleyerek  2009 ve 2014 yıllarında blogumda ve bir gezi sitesinde  paylaştığım bu yazımı, tekrar güncelleyerek paylaşıyorum.

Yorumlar