KAŞ GÜNLÜKLERİ (2) : IŞILDAKLARIN EVİ

 


Kaş'a gittiyseniz, Limanağzı'nı bilirsiniz, küçük bir koydur. Kıyıda bir kaç salaş tesisten sonra tepelere kadar makilik arazi uzanır. Varla yok arası patika yol, kaybolmuş gibidir. Ben şanslıyım, komşularım olan beş kişilik yürüyüş ekibimde, Kaş'ın dağını taşını bilenler var. Ve onların sayesinde tanışıp, bağlantı kurduğum, bana o tepelerde, Kepez'deki evlerini ve o eve gelinceye kadar yaşananları anlatacak emekli Hasan Işıldak Öğretmenim var.


Ailenin bilinen geçmişi, Osmanlı İmparatorluğunun  son demlerinde, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında,  Kalkan'ın tepelerinde Margaz (günümüzde Üzümlü)  köyünde başlar. Bölgedeki bir çok ailede olduğu gibi, aile fertlerinden İbrahim de, ticaret yapmak amacıyla Meis Adası'na gider. O yıllarda Meis ticarette altın çağını yaşıyordur. İbrahim, gemilerde çalışmayı tercih eder. 


Meis Limanı, Anadolu'dan bir çok ülkeye canlı hayvan, odun kömürü, kereste götürülüp, oralardan da çeşitli malların getirildiği, önemli bir limandır. İbrahim'in yaptığı yolculuklar arasında Mısır, hatta Avustralya bile vardır. Özellikle  Mısır'a, nargilede kullanılmak üzere çok odun kömürü götürülmektedir. Margaz Köyü'nde Rumlar da yaşadığından, Rumcayı zaten bilen İbrahim, Mısır'da Arapçayı da öğrenip, Fransızca dahil dört dili konuşmaya başlamıştır.


Mısır'da Arapçayı öğrenecek kadar kalması kısmında biraz durmamız gerekiyor, zira orada geçen çok senesi var İbrahim'in. Bir Mısır seferinde, gemi İskenderiye Limanı'ndayken Meis'ten Yunanlı  arkadaşlarını görür. ''Buralar artık sizden gitti, atla biz seni alırız, burada kal'' deyip, onu ikna ederler. O da, gece gemiden atlar, Rum arkadaşları kayıkla  onu alırlar ve İbrahim'in İskenderiye macerası başlar.


 Iskenderiye'de, deniz kabuğundan yapılan sedef düğme işiyle uğraşır. Toplanan midye kabukları gemilerle Hindistan'a Bombay'a gönderilip İngiliz fabrikalarında işlenerek sedef düğme yaptırılmaktadır. İbrahim bu işten kazandıklarını biriktirerek, İskenderiye'de bir otel kiralar ve işletmeye başlar. Artık işlerini yoluna koyunca da, kayınbiraderine haber göndererek, eşini ve iki oğlunu yanına göndermesini ister. Bu iki oğul, Hasan Öğretmenimizin babası Ali ve amcasıdır. Yedi yıl yaşadıkları  İskenderiye'de, çocuklar da  Arapçaya aşina olurlar. 


Meis'e döndüklerinde adanın tadı tuzu da artık kalmamaya başlamıştır. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransızlar adadan çekilince, adayı İtalyanlar işgal etmiştir. On dokuzuncu yüzyılın sonunda, Meis'te ticaretinin zirvede olduğu zamanlarda nüfus on iki bin iken, 1920'lerde  üç bine düşmüştür.


Bu arada kazanılan paralarla hem Meis'te hem Limanağzı mevkiinden araziler alınmış, yatırımlar da yapılmıştı. Adada huzur gittikçe bozulunca, yaşlılar gençlere ''Yunanlılar  bir şımarıklık yaparlarsa, sizin gibi gençlere yaparlar, bizim gibi ihtiyarlara ne yapacaklar. Siz fırsat buldukça karşıya kaçın'' demeye başlamışlar. Ali de  karşıya geçecek gençler arasındadır. Bir gün Yunanlı  arkadaşlarından biri, ''ben seni geçiririm'' der, atlarlar kayığa. Bilmeyenler için, Meis Kaş arası, günümüzde her yıl  yüzme yarışlarının yapıldığı mesafede,  sadece iki mildir. İki arkadaş daha kıyıya yanaşmadan devriye gezen  İtalyan hücumbotunu görünce, ''Başıma iş alırım arkadaşım, ben seni bu adaya bırakayım, sonra gelirim'' diyen arkadaşı, Ali'yi Kaş kıyılarına  çok yakın olan Kovan Adası'na bırakarak, adaya geri döner. 


Hasan Öğretmen, babasının o günleri  ''Bir gün geçti gelmez, iki gün geçti gelmez. Bitkin hale geldim, susuzluktan ölüyorum, dudaklarım yarıldı. Baldıran, zehirli ot, orada çoktur diye ot da yiyemedim. Çok perişan halde bekledim. Baştan gelmeyeceğini söylese, yüzerek geçerdim ama, gelecek nasılsa diye beklerken takatım kalmadı, yüzmek için kendime güvenemedim. Üç  gün sonra  bir kayık gözüktü, ama gözlerim de doğru görmüyor. Elinde kuru yarım ekmekle geldi, sevindim. Geldi ama, 'Arkadaşım, İtalyanlar çok sıkı tedbirler aldı, ben seni götüremeyeceğim, yakalanırsam benim için çok fena olur, adaya geri dönelim' diye'' anlattığını söyler. 


Adaya dönmek üzere  tekrar kayığa binerler. Fakat bu sefer İtalyan hücumbotuna yakalanırlar. Süratle yanlarına gelen hücumbot tam yanaşırken bir manevrayla kayığı devirir. İki arkadaş gemiye alınıp, adada işgal komutanının karşısına çıkartılır. Ali der ki ''Ben Türküm, orada arazilerim var. ''Niye emirlere  karşı geldin'' diye Yunanlıya çok kızan komutan,  gabaralı fotinleriyle onu epeyce bir hırpalar. Ali'nin Kaş'a geçişi başarısız olmuştur ama, bu arada mübadele yılları da gelmiş, Meis'teki  Türklerden kalanlar da Kaş'a yerleşmeye başlamıştır. İbrahim'in Kaş'taki adı  artık Meis'li İbrahim'dir, adadan gelen diğer Türklere verilen lakaplar  gibi.


Meis'li İbrahim Kurtuluş Savaşı yıllarında İzmir'e giren askerlerin arasındadır. Lisan bilmesi nedeniyle  birliğinde  tercümanlık yapar. Bu arada dudağının üst tarafından, dişine bile zarar vermeyecek gibi yaralandığından, askerlik dönüşü arkadaşlarına ''Ben bu kadar gaziyim, yarım gazi'' dermiş.. Kurtuluş Savaşı günlerinden,  elle çizilmiş  taarruz planları, Hasan Öğretmenime dedesinden kalan kıymetli bir anı ve değerli bir belge olarak duruyor.


İskenderiye kazanımlarıyla, on bir altına alınan, Limanağzı mevkiindeki İki bin beş yüz zeytin ağacı olan yüz elli dönümlük arazinin mahkeme kararıyla tescili yapılıp, Kepez'in Kaş'a bakan tarafına ev de yapılmıştı. Bizim yürüyüş rotamızın üzerindeki, şimdi sadece duvarları kalan, içerisinde ateşliği (Şömine) olan, zeytinli, peynirli, ada çaylı, kekikli, koyulu (Bir kaç günlük, üzerinde kaymağı olan,içine ekmek doğranan  süt) kahvaltıların yapıldığı tek bir oda ile bitişiğinde üst katındaki odasında da bir ocak bulunan, iki katlı taş bir evin çatısı altındadırlar artık.. 


Evin kuzey tarafından on beş yirmi metre gidildiğinde, nefes kesen bir Limanağzı manzarasına bakılır. Evin önünde bazen altında yemek yenilen iki zeytin ağacı, biraz daha ötede önünde zeytinyağı sıkımı yapılan yuvarlak bir çukur, yine sadece duvarları kalmış, yirmi otuz kadar işçinin kaldığı han dedikleri bir taş ev daha. Onun kuzeyinde bir kuyu, biraz daha yürüyünce, Gaşlı arkadaşlarımla atıştırma molası verdiğimiz bir kuyu daha. 


Bu arada Ali evlilik yaşına gelir. Arazilerini satın aldıkları Gök Ömeroğulları'ndan Mehmet Hoca'nın kızıyla evlenir. Bir de oğulları olur. O yıllarda çok can yakan salgın hastalıklar, oğul bir buçuk yaşındayken, anneyi alır. Aile büyükleri ''Bu kadar küçük çocuğa ancak teyzesi iyi bakar'' diyerek, Ali'yi baldızıyla evlenmeye zorlarlar. Ali zamanına göre aydın bir insan olmasına rağmen, büyüklerin sözüne boyun eğer ve Gök Ömeroğlu Mehmet Hoca'nın diğer  kızı Ayşa ile 1934 yılında evlenir.


Şimdi burada da küçük bir detay yazmam gerekiyor. Hasan Öğretmende annesiyle babasının evlilik cüzdanları duruyor. Gök Ömeroğulları'ndan Hasibe ile Mehmet'in kızı 331 (1913) doğumlu Ayşa ile, Sarı Mehmetoğulları'ndan Ümmügülsün ile İbrahim'in oğulları 324 (1906) doğumlu Ali'nin, sayfaları Türk Tayyare Cemiyeti baskılı , içinde ''Hususi Mukavele'' olarak ayrılmış sayfalar  olan Adliye Vekaleti düzenlemeli evlilik cüzdanı,  1926 Yılında, İsviçre Medeni Kanunu örnek alınarak kabul edilen, Türk Medeni Kanunu'nun örnek bir belgesi olarak on üç yıl sonra yüz yılını dolduracak.


Ali, Meisli arkadaşlarıyla ilişkisini hiç kesmez. İki taraf da karşılıklı kaçak ziyaretlere devam eder. Hasan Öğretmen ''Bir gece  babamın adalı arkadaşlarından Kasap İstavro, sırtında bir küfeyle geldi. Bugün bile gözümün önünde; içi, bizim belki otuz yıl sonra göreceğimiz pastalar, bir kaşık alıp, bir bardak suda eritip içtiğimiz cam kavanozlarda meyve tozları, boyalı yumurtalar, üzüm, fıstıklı lokumlar, likörlerle doluydu.'' diye anlatır o günleri. Bir de, babasının evin ötesindeki tepeden adadaki evlerini gösterip ''Bak şu kiremitli ev ...'' diye gösterirken ''Çocuk aklımla he he derdim de, hangisi olduğuna dikkat etmezdim, şimdi o günleri neden sorup, anlattırmadığıma  hayıflanırım'' der.


Geldiğinde bir kaç gün kalan Kasap İstavros, Hıdrellez Mağarası'na gitmek isteyince, babam benim götürmemi istedi, diye anlatan Hasan Öğretmen, o günü ''Mağaraya indik, kayalarda kömürle yazılmış harfler var. Bir yazıyı görünce ağlamaya başladı. Sordum, niye ağlıyorsun diye, bu benim babamın ismi, dedi bana'' diye anlatır. Günümüzde Limanağzı'ndaki tesislerin su ihtiyaçlarını karşıladıkları, yine eski bir Kaşlı amcanın (Ramazan Ada) içinde bir yapı vardı (Belki bir ayazma), taşlarını Kaş'taki okulun yapımında kullandılar, dediği derin bir mağaradır, ki Hasan Öğretmenimin o mağarayla ilgili bir çocukluk anısı daha vardır.


''İlkokuldaydım, bir gün babam, büyük yengem mağaranın sağ tarafındaki galeriye girdik. Elimizde gemici feneri,  milyarlarca asılı vaziyette yarasa, biraz daha yürüdük, yarasa gübresi benim göğsüme kadar çıkıyor. Babam siz durun ben biraz daha gideyim deyip ilerler. Küçük küçük gölcükler, sarkıtlar dikitlerin aralarından zor yürüyoruz. Havasızlıktan fenerimiz söndü. Babam telaş etmeyin yolumuzu buluruz, dedi ama ben ağlıyorum. Sarkıtın birini tutarken elimizde kalınca, öyle güzeldi ki bırakmayıp, elli santimlik bir sarkıtla sonunda mağaradan çıktık. Eve de getirdik ama sonra ne oldu bilmiyorum.'' Sonra ne olduğunu bilmedikleri eşyalar arasında bir de, abisinin çocukken Limanağzı'na yanaşan bir İtalyan askeri gemisinden alıp, arkasından ateş edilirken izini kaybettirdiği çanta var ki, güzel bir dürbün kutusuymuş. Dede yadigarı Kepez'deki evden geriye kalan bir kaç sandık, yastık ve sahanlar Işıldakların şimdiki  evlerini süslüyor.


Ya soyadınız Işıldak'ın bir öyküsü var mı diye soruyorum, Hasan Öğretmenime. ''Olmaz mı?'' diyor ve babası Ali'nin askerlik yıllarına dönüyor.

''Babam İstanbul Gureba Hastanesi'nde röntgen bölümünde dört yıl askerlik yaptı. Sonunda sağlık memurluğu yapabilir diye sertifikası da vardı. O kadar ki, sonradan köyümüzde bir kadının karnını öküz yarar, Kaş'ta doktor yoktur, babam misinayla kadının  karnını dikip ilk tedavisini yapar. Sonradan Antalya'ya doktora götürdüklerinde, doktordan  gıyabında ''Doktorunuz çok güzel iş görmüş de,  biraz daha ince misinayla dikseymiş daha iyi olurdu'' dedirtecek övgüyü alır. Gureba Hastanesi'nde askerlik yaptığı yıllarda soyadı kanunu çıkınca,  başlarındaki Alman doktor babama ve bir askere daha, röntgen ışınlarından esinlenerek, sizin soyadınız Işıldak olsun demiş.''


Hasan Öğretmen, babasının eski arkadaşlarıyla ilişkisini hiç kesmediğini. Öyle ki, 1955 yılında o arkadaşlarından,  zamanında  Andifli'de (Kaş) tüccarlık yapan, daha sonra Rodos'a yerleşen Boyacı lakaplı Gregorya'nın  daveti üzerine Rodos'a gidip, orada bir ay kaldığını; akşamları, arkadaşının karısının elinde bir tabak tatlıyla, yüreğinin ta içlerinden ''Ali, kardeşim, anlat şu Anadolumuzu'' deyişini, babasının hiç unutmadığını  da sohbetimize ekledi.


Buraya bir anı daha yerleştirmem gerekiyor  zira ucu taa Melbourn'e gidiyor. Boyacı Gregorya'nın Andifli dükkanlarından birinde çalışan Rum genciyle, kızı birbirine aşık olur ama evlenmelerine izin verilmez. Onlar da Avustralya'ya kaçmaya karar verir. O yıllarda Meis'ten Avustralya'ya göç çok vardır. Ali'ye sen de gel, orada zengin oluruz derler. Tam gemiye binecekler, Meisli İbrahim karşılarına dikilir.Ali gidemez kalır.


Yıllar yıllar sonra Kaş'a çpk lüks bir yat gelir. Yatın sahibi Ali Işıldak'ı sorup durmakradır. Hasan Öğretmenim  şöyle devam etti "Babamı kaybetmiştik, abim İbrahim'i bulurlar. Abimi yata davet eder, ağırlar, 'ben babanızın çok yakın arkadaşıydım, Avustralya'ya beraber gidecektik'' der. 'Benden bir isteğimiz var mı?' Abim 'Yok sağolun' der. Bunun üzerine 'Ben sizden bir şey isteyeceğim' der. O şaşaalı yatın sahibi, eski arkadaşının oğlundan katmer ister"


Yirmili yaşlarına kadar Kepez'deki taş evde oturan Hasan Öğretmene, hiç korkmaz mıydınız, akrepten yılandan dediğimde, yılandan öleni hiç duymadık, zaten kara yılanın zehirsiz olduğunu bilirdik, dedi. Ayrıca, sınır yerleşimi olduğumuz için belki de devletin, bir sabun torbası mermiyle, bir mavzer verdiğini ekleyip.


Silah söz konusu olunca  Mustafa Ertuğrul'un toplarını yazmanın zamanıdır artık. Işıldakların evinin üst taraflarındaki tepeler, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Ordusu'nun Meis Limanı'nı üs yapan Fransız ve İngiliz kuvvetlerine ait gemileri topa tuttuğu mevzilerdi. Öyle ki, 9 Ocak 1916 tarihinde, limana geleli henüz bir kaç saat olan Ben My Chree adlı İngiliz uçak gemisi, bu tepeden yapılan atışla batırıldı ve Mustafa Ertuğrul, tarihe bir uçak gemisini batıran ilk asker olarak geçti. 


Kaş'ta son yıllarda 9 Ocak'ta yapılan anma toplantılarından birine, geçen yıl rastlamıştım. Hasan  Öğretmenimin çocukluk anıları arasında, ortaokul yıllarında arkadaşı Muhittin'le eve gelirken bahçede buldukları bir  top mermisini ''Bunu ne yapalım, parçalayalım'' diyerek balyozla bir o, bir arkadaşı vururken patlaması sonucu, merminin yönü itibariyle şansları yaver gittiğinden, hayatta kaldıkları da var. 


Bol miktarda şarapnelin olduğu o bölgeye, ülkemizin katılmadığı II. Dünya Savaşı yıllarında, 1946'da bir karakol yapılır. Yürüyüş ekibimizin hedefi o karakol binası ve top yatakları idi. Karakoldan geriye kalan iki odalı, girişinde sıva üzerine 1946 kazılmış  taş binanın önünde hatıra fotoğrafımızı da çektik ama,  Hasan Öğretmenimizin söylediği top yataklarının olduğu,  ki bir de demir dikilidir dediği yeri, biraz yorgunluktan, bir başka sefere erteledik.


İşte, makilerin arasında tavanı çökmüş, anıları duvarlarına sinmiş, belki de kapının sol yanındaki mavi dolaba saklanmış Işıldakların evinin ve sahiplerinin öyküsünden kaleme dökülenler.


TÜLAY BALCI YANIK


Not: Bu yazı ve fotoğraflar emekli öğretmen Hasan Işıldak ile yaptığım görüşmeler sonucu, onun izniyle paylaşılmıştır. Hasan Öğretmenime saygı ve teşekkürlerimle...


Ayrıca, Büyük Çakıl'dan yola çıkışla, dönüşümüzün yaklaşık altı saat sürdüğü  bu yürüyüşte, bize hadi diyen Ayşe Ada'ya , yöreyi eskiden bilip rehberlik yapan Aynur Sarıca'ya ve yürüyüş arkadaşlarım Hasibe ve Ümmüsün'e teşekkür ederim.


Kaş Günlükleri (1) : Soba Başında Bir Akşam https://www.facebook.com/degirmen1951/posts/10224532934497540

Yorumlar