BİR ZAMANLAR FATİH'TE

 



Konaklı Hatçe adını, Senoz Vadisi'nin Saraylı Hanım'ından çok önce bilirdim de,  niye 'Konaklı' olduğunu öğrenmem için, yıllar önce Fatih'te Hasan Baba Sokak'ta, yan yana iki apartmanda oturan  bizlerin, geçen yıl martın ve  korona günlerinin başlarında,  Ortaköy sırtlarında bir araya gelmemiz gerekiyormuş. O özel  güne,, günlüğümde "Eski Fatih, Buluşması" adını vermişim.


Bildiklerimiz, bilmediklerimiz, itiraf ettiklerimiz  etmediklerimiz, kırıldıklarımız, unuttuklarımızla,  bir yandan yiyip içerken  bir yandan kahkahalarla, anılar döküldü masaya. Masaya dökülenleri aktarmadan, dokuz yaşıma kadar oturduğumuz, eski mahallemizi anlatayım ben biraz.


İki kardeşe ait, ikisinin adı da aynı olan, o iki apartmandan, bizim oturduğumuzun sahibi, aynı zamanda teyzemin eşiydi. Merdiven sahanlıkları o zamanın klasik çinileriyle kaplı, geniş mutfağında, tezgahın bir bölümünün altında çamaşır kazanı ve gömme ocağı olan, ellili yılların başlarında yapılan iki bina da beş katlıydı ve hemen hemen bütün dairelerinde oturanlar, ya akraba ya da hısımdı.


Fatih Camisi'nin sağ yanındaki ana caddeden beş altı dakika dümdüz yürüyüp, sağda bizim kısa sokağımıza  dönünce, yol, minaresi nakışlı Hasan Baba  Camisiyle; camiden sağa dönmeyip,  karşıdaki kısa  sokağa dalınca da başka bir camiyle sonlanır. Birincisi beş yüz, ikincisi bin yıllık ömrünün yarısını kilise olarak geçirmiş iki cami. 


Orada oturduğumuz yıllarda henüz  ilkokul çağlarını yaşayan bir çocuktum. Bir koca imparatoriçenin ömrünün son yıllarında dolandığı manastır topraklarında yaşadığımı nereden bilebilirdim. 


Hem kocası hem oğlu imparator olan Anna Dalassena, Bizansın en hırslı kadınlarından biriydi. Benim cam  takıp, kilden fotoğraf makinesi yaptığım sokakların topraklarında; o, Pantepoptes Manastırı'nı yaptırıp  sonsuz uykusuna dalmıştı. Bilemezdi ki, üç yüz elli yıl sonra adı Mehmet olan bir sultan  gelecek, Konstantinopolis'i alacak,  sevgili manastırı cami, aşevi ve medreseye dönüşüp, adı da Eski İmaret Cami olacak.


Hasan Baba Sokak, belki de Fatih'in yangınlarından nasibini almış, hiç ahşap evin kalmadığı, üçle beş arası katlı, bazılarının cephesinde minik balkonları olan, çoğu1950'lerde  yapılmış apartmanların olduğu bir sokaktı. 


Evlerin arka cepheleri büyükçe, boş bir arsaya bakıyordu. Arsanın ortasında, küçük bir bölümü kalmış, tuğla bir tonoz vardı. Kazılsa, mutlaka bir şeylerin çıkacağı arsa, bizim orada yaşadığımız yıllarda küçük tepecikleri olan oyun alanımızdı.  İnsanların etrafına çöp döktüğü tonozunsa, hala durduğunu pek sanmıyorum.


Hee, bir cazibesi daha vardı o arsanın  ki, o da Lemanaki'nin bahçesine geçmekti. Kendisini hiç görmeyip, adından bile çekindiğimiz bir kadındı. Meyve ağaçlarıyla dolu, karanlık bahçesindeki (Belki de bana öyle gelirdi) ahşap eski bir evde otururdu Lemanika.


Eski Fatih buluşmasında, işte o günlere ait anılar döküldü masaya. Ablalarımızda malzeme daha çoktu. Mesela, kızlar aralarında güzellik yarışması yaparlarmış. Artık saçları  elmas pırıltısındaki  ablamız gülerek başladı anlatmaya, 


"Yüz güzeli yarışmasında  ben seçildim, sonra çarşaf gerip sadece bacakların yarıştığı bölümde bitişik apartmandaki  kız  seçildi." 


Masadan sesler yükseldi,  hepsi üç aşağı beş yukarı aynı yaşlardaki ablalarımızın  her biri başladı Bacak Güzeli'nden bahsetmeye,


"Çok uzun boyluydu o."

"Ama ne bacak vardı onda"

"Dursun'la mı çıkıyordu."

"Manav Dursun'la mı?"

"Manavla çıkar mı, sen de kimle yapıyorsun onu."

"Alt katta oturan Dursun mu?"

"Şehzadebaşı'ndaki  sinemacıların oğluyla çıkıyordu."

"Ey gidi, kulakların çınlasın"


Sohbet burada  Şehzadebaşı sinemalarına kaydı. Şehzadebaşı, geçen yüzyılın başlarında, tabii ki ablalarımızın dedelerinin zamanından bile önce, Direklerarası adıyla tiyatroları ile halkın en rağbet ettiği bölgeydi. 


Direklerarası adını, Damat İbrahim Paşa'nın, Şehzadebaşı Camisi'nin yukarısında bulunan külliyesine gelir sağlamak  için yaptırdığı dükkanların önlerindeki direkler dolayısıyla almıştı. Ramazan aylarında,  Osmanlı döneminde çok  popüler olan Hacivat Karagöz gösterileri bu bölgede yapılırdı. Avrupa rüzgarlarıyla ilk tiyatrolardan Ferah ve Turan da yine Şehzadebaşı'nda açılmıştı. Zamanla, sinema, tiyatronun yerini almaya başlayınca da, bu tiyatroların bazıları, sinemaya dönüşmüştü.


Sanırım bizim ablalarımız  bu sinemaların son kaliteli günlerine yetişenler oldu. Çünkü, o sinemalar da, önce gösterdikleri filmlerin kalitesini bozdu, sonra da kendileri kapandı gitti.  Ortaköy sırtlarında, altmışlı yılların sinema günleri başlandı anlatılmaya,


"Klüp, Yeni Sinema, bir de Bulvar vardı aşağıda, Aksaray'da"

"Şovlar olurdu, film başlamadan, cambaz gösterileri, Semiha Yankı çıkardı, babası, ablası, abisiyle."

"Çok çocuktu daha."


Burada ben giriyorum araya, çünkü Semiha Yankı ve ailesinin Kadıköy'de, eski Salıpazarı'nın kurulduğu yerde de, çadır kurup, gösteri yaptıklarını, Rodi anlatmıştı bana.


"Ama, abisi ipten düşüp, ölmüş galiba" diye ekliyorum.


Şehzadebaşı sinemaları sohbeti devam ediyor, 


"Beyaz Kelebekler de çıkardı."

"Bizim evin aşağısında bir yerde oturuyorlardı galiba!"


Sohbet onların da çocukluklarına, sokak kavgalarına kayıyor. Çocukluğunda belli ki epey haylaz olan alıyor yine sazı eline.


"Bir gurup kız,  Haydar Mahallesi'nden gelmişler, bize kükrüyorlar. Bir düştük peşlerine, caminin (Hasan Baba) oradan, Haydar Caddesi'ndeki türbe var ya,  oraya kadar. Benim kovaladığım kızın ayağında tahta takunyalar var. Koşarken takunya ayağından çıktı, almaya yeltendi alamadı, takunyayı aldım, türbenin içine fırlattım."


Elmas saçlı abla, bak, kızı efsunlamışsın, o kız büyüdü, Nebahat Çehre oldu 😉


Aramızda, diğer kardeşin apartmanında oturan üç kız kardeş vardı o gün. Konaklı Hatçe'nin dört kızından üçü. Hep merak etmişimdir de, Fatih'ten taşındıktan sonra, görüşemediğimizden, soramamışımdır. Ve sordum, o gün, 


"Neden Konaklı Hatçe peki?"

"Annemin babası gemilerde çalışırmış, Amerika'ya kadar gitmiş. Döndükten sonra Komika'da (Çayeli'nin sahil kısmında bir yörenin eski adı) büyük ve güzel bir ev yaptırmış. O zamanlar, tuvaletler evlerin dışındayken, dedem evin içine üç tane tuvalet yaptırmış. Ev,  öyle gösterişliymiş. Annem evlenip gelin gittiğinde, başka Hatçelerden ayırmak için, anneme Konaklı Hatçe demişler, öylece kalmış."


Benim altmışlı yıllardan, Fatih günlerinden aklımda kalanları yazayım bir kenara. Mesela sütçü, kurşun kalemle merdiven duvarına yazardı verdiği sütü, parayı toptan alırdı. Eşek sırtında balıkçı dolaşırdı sokakta. Haydar Caddesi'nde, aşağı doğru inerken solda sirke satan bir mahzen vardı. Eski İmaret Camisi'nin arkalarında Bayram Yeri vardı, at arabasıyla tur attırılırdı. Arap mahallesi dediğimiz Hasan Baba Camisi'nin biraz aşağısındaki bakkaldan bıttım alırdık.


Beş katlı apartmanın bizim oturduğumuz teras katından Haliç, Unkapanı Köprüsü, Beyazıt Kulesi gözükürdü, havanın nasıl olacağı kulede yanan ışığın renginden anlaşılırdı. Ve biz o terasın parapetinin üzerinde koşardık. O gün, aramızda sokak boyunca evlerin çatılarını boydan boya katedenin  de olduğunu öğrendik.


Selam olsun.

Yorumlar