AYNALİÇEŞME HİKAYELERİ


1986'daki Dalan tufanından sonra, Ferhan Şensoy'un deyişiyle ''Başını kaybetmiş, tarlası kalmış''  Tarlabaşı'nın yamacında Aynalıçeşme'de, özgün mimarisini koruyabilmiş, İstanbul'un nadir sokaklarındayız. Çoğu iki ya da üç katlı,  Art Nouveu izler taşıyan, İstiklal Caddesi'ndekiler gibi  gösterişli değil de, daha mütevazi, biraz harapça evlere bakaraktan yürünür, 80'lerden bu yana defalarca gezdiğim  bu sokaklarda.


Işığı daha çok içeri alması için, çoğunun cepheleri cumbalıdır. Birkaç mermer basamakla çıkılan demir kapılarının kimine zincir vurulmuştur. Asıl sahipleri ya korkudan, ya zordan, ya da ecel çağırdığından çoktan göçmüş gitmiştir bu evlerin. Böyle evler hep aklıma Urla doğumlu Yorgo Seferis'in hasret kokan bir şiirini getirir. 


''Ben pek anlamam evlerden; sevinçlerini, acılarını anımsarım, arada durup düşününce'' 


Anılarımda ilk Aynalıçeşme turumun yerini hep  ayrı tutmuşumdur. Başım yukarda bir sağa, bir sola bakıp, o evlerden birinin arka penceresinden Haliç'e bakmanın keyfini düşünerekten, dar Aynalıçeşme Caddesi'nden aşağı doğru yürürken; kapısı açık, terkedildiği her halinden belli, yüz yılı devirmiş o eve, aklına hiç kötülük gelmeyen insanların rahatlığıyla girmiştim. 


İkinci kata çıkıp, yer yer döşemeleri kırılmış, badanaları dökülmüş odalardan, Haliç'e bakan arka odalara  yönelmiş, camsız pencereden manzaraya bakmıştım. Güneşin, İstanbul'un altın boynuzunu kırmızıya boyadığı saatler olmasa da, hem  manzaranın tadına varmış, hem de hedefe ulaşmış olmanın hazzını yaşamıştım. 


Sonraki yıllarda, biraz daha aşağıda, yolun hafifçe  kıvrıldığı evlerden birinde Türk resim tarihinin ünlü bir simasının, Mahmut Cuda'nın oturduğunu okumuştum. Hani, 1929'da ''Sara'' adlı nü tablosuna, üç yıl sonra o  pembe volanlı elbiseyi giydiren. Elbisenin, akademi balosunda, eşini ilk gördüğünde, üzerindeki elbise olduğu sırrını paylaşan, daha çok natürmort çalışan, Paris'i yaşamış ressamımız, Mahmut Cuda. O da, atölye olarak kullandığı evinin, arka odasından Haliç'e bakarken, aynı hazzı duymuş ve  resimlerine yansıtmıştır mutlaka.


Aslında Aynalıçeşme, sokakların  dili olsa da konuşsa denilecek kadar hikayesi olan bir semt. Beyoğlu ve Tepebaşı'nın eğlence merkezi olduğu yıllarda, bu sektörde çalışanların çoğu birbiri ardı sıra gelen Tepebaşı, Aynalıçeşme, Kalyoncukulluk sokaklarında oturmuştu. Ne  ilginçtir  isimleri o  sokakların; Samancı Ferhat, Samancı Ali, Camcı Musa, Tennure, Gümüş Küpe, İnce Kaş, Çatık Kaş, Santur, Al Hatun. Hepsinin arkasında adları ile bir bağ vardır kesinlikle. 


Cumhuriyet kurulduktan sonra, 1927'de ilk nüfus sayımının yapılmasına karar verildiğinde, hem sokak isimlerinin millileştirilmesi, hem de tekrarlanan bazı sokak isimlerinin (Sokakta cami, hamam gibi yapılar varsa, o sokağın adı çoğunlukla  Cami Sokak ya da Hamam Sokak'tı, dolayısıyla aynı isimde bir çok sokak oluyordu) düzenlenmesi ve de binaların numaralandırılması için, bir kanun çıkartılmış, uygulanması da o zamanın belediyesi, İstanbul Şehremaneti'ne verilmişti. Belediye bu iş için Pötürge'nin bir köyünden gelerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni birincilikle bitiren elemanlarından mektupçu ( O devirde yazı işlerinin üst düzey yöneticisi) Osman Nuri Ergin'İ görevlendirmişti.


Beş ay içinde 6214 sokağa isim vererek, otuz sekiz pafta haritadan oluşan bir rehber hazırlayan Osman Nuri Ergin ve ekibi, bir çok sokakta çözümü, mesela Bakkal Sokak'sa, Bakkal İdris Sokak, Bostan Sokak'sa Kuzguncuk Bostanı Sokak yapmakta bulmuştu. Sokağın adının komple değişmesi gerekiyorsa da, o sokağın sivrilmiş bir yanını sokağa isim yapıvermişti. Çatıkkaş'ların, Al Hatun'ların haritalarda yer almasının hikayesi de böyledir mutlaka. 


Sayım rehberi  hazırlanmıştı da, yüzde doksanı okur yazar olmayan 1927'nin yeni doğmuş Türkiye'sinde, sayım memurluğu yapacak kişileri bile bulmak zordu. Tüm memur ve öğrenciler bu iş için görevlendirilmiş, görevi kabul etmeyecek olanlar için ceza verileceği de bildirilmişti.


Sayıma takıldık, hikayeleriyle dolaşmaya devam edelim Aynalıçeşme sokaklarında.  Hikaye lafın gelişi tabii, hepsi yaşanmış, bitmiş, tarih olmuş  gerçekler aslında.


Taa, en yukarıdan, caddeye girerken, ana yolun karşısında, İngiliz Konsolosluğu'nun hemen yanı başındaki küçük cami, Kamer Hatun'dan  başlayabilirim anlatmaya. Yavuz Sultan Selim'in süt annesinin adını taşıyıp, Yavuz devrinde yapılan caminin, 1870 Büyük Beyoğlu  Yangını'nda yandığını, 1911 yılında tekrar yapıldığı ve mimarının Kemalettin Bey olduğunu ekleyip, adı  son yıllarda değiştirilen Beşir Fuat Sokak'a geçelim sonra da.


Yolu genişletmek  uğruna yok edilen, Aynalıçeşme'nin çeşmesi de, bu küçük sokakta imiş zamanında.(Eski haritalarda araştırdım,ama rastlayamadım) Beşir Fuad, Türk edebiyatında romantizme karşı durup, realiteye yönelen, hem asker, hem bilimden yana, hem de intiharını iki sene önceden arkadaşına (Ahmet Mithat Efendi) haber verip, dediğini yapan enteresan bir Osmanlı aydını. Otuz beş yıllık kısa bir ömürde iki kez evlenip mutluluğu bulamamış, çocuğunu kaybetmiş, şizofren annesinin hastalığının genetik olduğunu düşünüp, kendisini de bulacağından korkan, ateist yazar. Belki de, ölürken  'İntiharını yazan adam' olarak tektir  dünyada.  


İntihar kavramına yabancı Osmanlı halkı, intihar kavramıyla Beşir Fuad'la tanışmıştı. Gittikçe artan intihar haberlerini yayınlamak, II. Abdülhamid yasaklarının dört nala gittiği zamanlarda, sansür dünyasına yeni bir tane daha eklemişti.  Son on yılda Beşir Fuad'ın adını da yaşatmadılar zaten o sokakta. (Karayel Sokak olduğunu tahmin ediyorum, kesin bilgi bulamadım ne yazık ki)


Karşıya geçelim ve yürüyelim. Sokak denecek genişlikte Aynalıçeşme Caddesi'ne  girdikten sonra, sağdaki  ilk sokak Al Hatun'un, yüzyılı devirmiş, en gösterişli binasının   ikinci katının penceresinden, perdeyi aralayıp, bana doğru sert sert bakan adamı, Balat'ı andıran, pencere önlerine asılıp, sokağa sarkan çamaşırları da  yazayım buraya.


Karalama yan sokaklara daldığım gidişlerimden birinde, yine eski ama büyükçe bir apartmanın kapısının üzerinde Djami Han Apartımanı yazısındaki Djami'yi merak edip, sonraki gidişlerimde, o sokağın adının Emin Cami Sokak olduğunu, Emin Cami'nin adını Kanuni zamanı Tersane Emini  Hasan Efendi'den alan, zarif tuğla minaresinden başka mimari özelliği kalmayan bir cami olduğunu, Djami'nin de 'Cami' olduğunun hikayesini de yazayım. Ama asıl, Emin Cami Sokak'tan ilerleyip, Samancı Ferhat Sokak'ta 38 numaralı apartmanın, 4 numaralı dairesinde yaşayanların hikayesini yazayım. 


Barones Von Clodts Jurgenzburg dersem belki değil ama, Madam Taskin dersem, hatırlayanlar olacağını tahmin ederek anlatayım, dört numaralı dairede oturanları.


Rusya'daki 1917 Ekim Devrimi sonrasında gemiler, aralarında  aileleriyle birlikte Çar'ın Beyaz Ordusu'ndaki askerlerin ve Çar yanlısı aristokratların da olduğu, iki yüz bin kişiyi kitleler halinde İstanbul'a taşıyordu. Henüz on sekiz yaşındaki, barones ünvanını bir kaç ay önce evlenerek almış olan Valentine  Verjenskaya da, o gemilerden birindeydi. İstanbul, işgal altındaydı, gelenler hemen karaya indirilmiyor, günlerce bekletiliyordu.


Asker eşi Rusya'da kalan baronesin olduğu gemi de, Heybeliada açıklarında yirmi dört gün bekletilmiş, karaya çıktıklarında, daha önce İstanbul'a gelmiş olan amcasının Galata'daki evine sığınmıştı. Kalacak yerinin olması bir şanstı. Gelenler kışlalara, bazı kiliselere, kurulan barakalara yerleştiriliyordu. 


İşgal altındaki İstanbul (1918-1923), asker üniformasıyla şoförlük yapan eski askerler, çiçek satan aristokrat kadınlar devri yaşıyordu. Beş yıl süren bu işgal döneminde, parası olanlar, İstanbul'u bir durak olarak kullanmış, daha sonra Avrupa'ya, Amerika'ya gitmişlerdi. 


Barones önce bir hastanede çalışmaya başlamış, daha sonra, o dönem sessiz olan filmlere piyano ile eşlik edildiğinden  bir süre Majik Sineması'nda piyano çalmıştı. Beyaz Ruslar'ın gelmesiyle birbiri ardına açılan Rus lokantalarından  Rejans'ta balalayka orkestrasına da piyanoyla eşlik eden Barones Valentine, aynı zamanda  İstanbul Radyosu'nun da  ilk kadın piyanisti olmuştu.


Asker olan eşinin ölümünü gazeteden öğrendikten sonra, müzisyen guruplarının buluştuğu bir ortamda,  kendisi gibi piyanist olan Beyaz Rus Aleksandr Taskin'le tanışıp  evlendilerinde yıl 1923'tü. Artık Madam Taskin'di, yıllarca beraber piyano çaldılar. Ancak, eşi hastalanıp öldüğünde, Valentine bir kez daha yalnızdı.


Yolu  bir kez daha bir müzisyenle, bu kez Rum bir müzisyen olan Todori ile  birleştiğinde, yıl 1944'tü. Todori gitar çalıyordu. Madam Valentine bu kez onunla beraber yıllarca  İstanbul'da sahne aldı. 90'lı yıllara kadar Boğaz'da sevilen bir ikiliydiler. Altmış yılını piyano çalarak geçiren madam artık yaşlanmıştı. Hastalandı, Samancı Ferhat Sokak'ta yoksulluk günleri, evdeki eşyaların da teker teker eksilmesiyle kendini belli ediyordu. Ve o hikaye de madam doksan yaşındayken, 1992 yılında, Samancı Ferhat Sokak'ta  bitti.


Son ( 2019 Mart) Aynalıçeşme turumdaysa, ilginç başka bir durum beni bekliyordu. Samancı Ferhat  Sokak'ta, birbirine bitişik iki kilise vardır. 1846 yılında ahşap olarak yapılan, yandığı için II.Abdülhamit'in fermanıyla 1904'te  yeniden yapılan ve dünyadaki ilk Protestan Ermeni kilisesi olma özelliğini taşıyan   Avedaranagan Amenasurp Yerrortutyun Ermeni Protestan Kilisesi ile, hemen yanında Alman Protestan Kilisesi. 


O gün, kilisenin duvarı boyunca, kadınların sıraya girmiş olduklarını görünce, merakla bir tanesinin yanına gitmiş, neden orada beklediklerini sormuştum. Kadın, Türkçe bilmiyordu. Üzerinde durmayıp, Ömer Hayyam Caddesi'ne doğru yoluma  devam ettim. Benim merakla binaları inceleyip, fotoğraf çekmem, yine birisini işkillendirmişti ki; bir kadının, balkondan seslenip, niye fotoğraf çektiğim sorusuyla karşılaşmıştım. Hatun, nereden bilsin ki, tutkum eski binalar, eski İstanbul, yoksa onları evlerinden etmek değildi.


Kilisenin yanındaki kadınların toplanma nedenini  merakım, dönüşümü yine aynı sokaktan yapmaya zorladı beni. Kuyruk kilisenin alt kapısından, küçük bir avluya girmişti, ben de girdim. Bu kez Türkçe bilen bir genç kız bulup ve neden orada olduklarını sordum. 


Kendisinin üniversite mezunu olduğunu, Suriye'de Nusaybin yakınlarında bir yerde yaşayan Kürtler olduklarını, yaşadıkları baskılar (bölgelerine ekmek, su gönderilmiyor, Kürtçe konuşmaları engelleniyormuş) nedeniyle Türkiye'ye geldiklerini ve döneceklerini söyledi. Kilisede olmalarının nedeni ise, Alman Protestan Kilisesi'nin, bir yıl boyunca her ay, 150 TL. bedelinde, son yılların yükselen market zincirlerinden birinden alışveriş fişi vermesiymiş. 


Aynalıçeşme'nin henüz bitmeyen  son hikayesi de, şehrin göbeğindeki bu bölgenin binalarının, son yıllarda yükselen  jantileşme nedeniyle,  el değiştirmeye başlamış olması. Yapılan restorasyonlar, o dökülen evleri bir anda uçuk fiyatlı, lüks konutlara dönüştürüveriyor artık.


Çok da uzak olmayan bir gelecekte, yanı başlarındaki Taksim 360 gibi, fiyakalı bir isim verilen Tarlabaşı Kentsel Dönüşüm Projesi'nin yıktığı dokuz adadan oluşan, 150 bin metrekarelik alana, Aynalıçeşme'yi de eklemeleri, zor bir ihtimal değil.

Yorumlar