KAŞ GÜNLÜKLERİ (12) : KAPUTAŞ'TA FIRTINA

 

Hayatı denizde geçip de hiç macera yaşamamış deniz adamı olur mu? Mustafa Amca'ya da ''Sizin denizde yaşadığınız, hiç unutmadığınız bir anınız var mı?'' diye sorduğumda, ''Benim!.... Var, var, var, Kaputaş'ta'' dedi coşkuyla.

Mustafa Amca'nın anlattığı olayın meydana geldiği yer olan Kaputaş Plajı, karadan, Kalkan'a altı, Kaş'a on sekiz kilometre uzaklıkta bir doğa harikası. Ben, plajın güzelliğini biraz anlatmadan, fırtınaya yakalanmayalım istiyorum.

Denizin karayla hep kayalık olarak buluştuğu bu coğrafyada, oldukça az sayıdaki doğal plajlardan birisi Kaputaş. Aynı isimli derin bir kanyonun denize ulaştığı yerdeki turkuaz renkli muhteşem küçük koyu, dalgasız yakalamak biraz zor. Sahili kaplayan ince, beyaz çakıl taşları denize muhteşem bir turkuaz renk kazandırıyor.

Yoldan iki yüze yakın basamakla inilen plajın yakınında, bir de mağara var. Mavi Mağara'nın tabelasını hep görmüşsem de girdiğim bir yer değil. Plajın, altı yüz metre Kaş tarafındaki mağaraya, tekneyle ya da yüzerek gidilebiliyor.

Şimdi, Mustafa Amca'nın ''Denizden korkmazdım, ama o günden sonra korktum'' dediği, kırk yedi, kırk sekiz yıl önceki kış gününe gidelim.

''Ocak ayı, hava iyi dedik, günlerden perşembe, ertesi gün pazar kurulacak, köylerden gelen olur balık satarız, diye düşündük, bir arkadaşla motorlu sandalla, Kalkan'a doğru yola koyulduk. Kaş'tan Kaputaş iki saat, ağları attık, bekliyoruz. Saat üç, hava bozmaya, yağmur yağmaya başladı. Deniz de köpürmeye başlayınca, ağları toplayıp, dalga almayan bir yere sığındık. Biraz açığa çıkıp yol almaya kalkışınca, dalgalara dayanamayıp yine kayaya girdik. Hava iyice karardı, akşam oldu.

Kaputaş'a, şimdiki plaja doğru gitsek, dalga bizi sahile atsa diye düşündük, ama bu sefer sandalı çekmek için adam lazım. Teknenin içinde arkadaşımla aramızda bir metre mesafe yok, ama birbirimizi göremiyoruz, öyle karanlık. Sığındığımız yerde, teknenin içinde, brandanın altına girdik, sabah oldu.

O gün, Kınık'tan Kaş'a bir araba gider. Bir pusula yazdık. Kıyıya yirmi metre mesafedeyiz. Ben karaya çıktım, pusulayı şoföre verip, biz denizde mahsur kaldık, bu pusulayı şu kişiye ulaştırın, dedim. Notu alınca, Kaş'tan arkadaşın abisi ki dalgıçtı, o ve bir kişi daha geldi. Balık dolu ağları çuvala doldurup, şamandraya bağladık. Tekneden veresiye defterini aldık, çünkü balığı veresiye verip, deftere yazıyoruz. Halatla denize duba attılar. Niyetimiz tekneyi terketmekti ama, arkadaşın abisi tekneye çıktı.

Birimiz dümene, birimiz makineye geçtik. Birimiz de sabitlediğimiz brandayı dalgaya doğru tutup gelen suyu dışarı atıyor. Dümendeki arkadaş, bir eliyle dümeni, bir eliyle de yekeyi tutuyor. Düştük yola. Plajı geçtik, burunda sığ bir yer vardır. Orada dalga daha bir hırçınlaşır, yükselir. Tam o burnu dönerken, biz üçerleme deriz, ilk dalgası geldi.''

Şimdi burada, Mustafa Amca'ya bir soluk aldırıp, bir adı da 'Üç kız kardeş' olan 'Üçerleme' nin, denizciler için ne kadar önemli olduğuna bir vurgu yapmam gerekiyor. Gemileri pek etkilemeyen, ama küçük tekneler için oldukça tehlikeli olan üçerlemenin, ilkinden kurtulan tekne, inerken ikincinin içine girer. Eğer yetenekli bir denizciyse ikinciden de çıkabilir ancak tam başını kaldıramamışken kendini, üçüncünün içinde bulur. İşte, denizcinin bu dalgaları tanıyıp ona ona göre ya yol kesmesi, ya dalgaya omuz vermesi yani tecrübesiyle önlem alması çok önemlidir.

Mustafa Amca devam ediyor. '' Tam biz dönerken üçerlemenin birincisi geldi, ikincisi geldi, üçüncüsü gelirken ben bir yukarı baktım. İki dalganın arasındayız, sadece gökyüzünü görüyorum. Dağlar falan hiçbir şey gözükmüyor, dalgalar öyle yüksek. Arkadaşımın bağırdığını duydum. İşte,o dağ gibi dalgayı gördüğüm zaman korkudan ağladım. Ah dedim, şimdi batıyoruz.

Üçüncü dalga bir geldi, teknenin üstünden geçti, gitti. Dümendeki arkadaş boğazına kadar suyun içinde. Ama batmadık, burnu dönüp Kalkan'a doğru yöneldik. Karadan bizi takip ediyorlar, battılar, batıyorlar diye. Kalkan'ın berisinde bir kulübe vardı, şimdi hep şehir oldu oralar, oraya yanaştık. Tekneden inerken, hem donmuşuz hem de bacaklarım tutmuyor, kendimi suda buldum, kucaklayıp çıkardılar beni.

Üstümüzü kuruttuk, ağdan balıkları çıkardık. Üç dört teneke balık vardı. Siz bunları başınızın gözünüzün sadakası dağıtın, dediler. İşte, o günden sonra denizden korktum. Sonra radyodan, fırtınanın dokuz buçuk şiddetinde olduğunu öğrendik.''

Dokuz buçuk kuvvetinde bir fırtınada rüzgar, saatte yetmiş beş ile doksan kilometre arasında bir şiddetle esen, karada fidanları devirecek, denizde çok yüksek dalgaları meydana getirecek güçte bir rüzgardır.

Mustafa Amca'yı Kalkan'ın elli yıl öncesinde bırakıp, günümüz Kalkan'ının merkezinde küçük bir tur atalım biz.
Sahildeki küçük limanda mini bir plaj ve kafeleri aşınca, yukarıya doğru dik çıkan bir çok sokağı var Kalkan'ın. Aslında, Kaş'tan daha fazla özgün mimarisi olan evler kalmış olsa da, çoğu ticari mekana dönüştüğü için, tabela kirliliğinden bu eski balıkçı köyünün de güzelliğini farkedemiyorsunuz.

Eski adı Kalamaki olan Kalkan, balıkçılık yapan küçük bir Rum yerleşimi idi. 1800'lerin sonlarına doğru, iç bölgelerdeki ovalardan getirilen tarım ürünleri burada yapılan küçük liman vasıtasıyla gönderilmeye başlamasıyla hareketli bir ticaret merkezi olmuş.

Kalkan'da denize arkanızı verip sola doğru yürüdüğünüzde karşınıza çıkan Koca Mustafa Camii, eski bir kilise. Mimarisi Kaş'taki Yeni Cami yani eski Kilise Cami'yle aynı. Kilisenin tarihi çanı, sezonda sahile yakın bir parkta teşhir ediliyor.

1960'larda zengin İngilizlerin teknelerle geldikleri, sonraki yıllarda ise yerleşik yoğun İngiliz nüfusu barındıran Kalkan'da, turizm ön plana çıktı çıkmasına da, dağı taşı ne yazık ki betona döndü. Dilerim ki Kaş, Kalkan olmasın.

Şbt. 2022

Yorumlar