ÇÖLDE ÇAY (TUNUS)



İki arkadaş Tunus yolcusu olduğumuzda henüz internet dünyası yoktu. Rehber kitapların  adresi, büyük kitapçılardı. Kitap alındı, bir haftalık bir rota çizildi, Tunus'un başkenti Tunus şehrine uçuldu.


Birbirine yakın şehirlere otobüsle geçerek Tunus nasıl bir ülkeymiş bakacağız. Başkent Tunus şehrinin mutlakaları olan, Unesco Dünya Kültür Mirası Listesi'deki Kartaca Harabelerini, dünyanın 1 numaralı mozayik müzesi Bardo Müzesi'ni ve mavi beyaz güzel evleri ve kapılarıyla  Sidi Bou Said'i iki günde rahat rahat geziyoruz.


Kartaca harabeleri çok geniş bir alana yayılmış ama, Romalılar öyle bir yıkmış ki,  ayakta çok da birşey kalmamış. Harabeleri dolaşırken, yakın bir tepenin üzerinde büyükçe bir konut dikkati çekiyor. O tarafa doğru fotoğraf çekerken, bir görevlinin o yönde  fotoğraf çekmemem için beni uyarmasının nedeni ,  konutun başkanlık konutu olmasıymış. 


Kartaca deyince benim aklıma Lise 1 tarih dersi konularında okuduğumuz Pön Savaşları ve ünlü komutan Hannibal gelir. Hannibal çok büyük ama çok da kıskanılan bir komutandı. Ömrünün son yıllarını Anadolu topraklarında, bugünkü Gebze'de geçirdiği konusunda tarihçiler hemfikirmiş. 


Atatürk büyük ilgi duyduğu bu komutanın mezarının bulunmasını istemişti. Mezarın yeri tam bulunamamış olsa da, Ata'mızın 100. doğum yılında, onun bu isteğine hürmeten, Kocaeli'nde TÜBİTAK'ın arazisinde bir anıt mezar yapıldı. Şehirlerarası yolda ilerlerken, Hannibal'ın Mezarı tabelasını gördüğünüzde benim gibi şaşırmayın. Ben ilk gördüğümde şaşırmıştım.


Tunus'a dönelim yine, Sidi Bou Said taş sokakları  beyaz evleri, mavi, beyaz, sarı kapılarındaki gabaralarla yapılan desenleri, geleneksel çok süslü kuş kafesleriyle Akdeniz'in kıyısında çok hoş bir semt. Sokakları ve kapıları hayran hayran dolaştıktan sonra, dinlenme ve nane çayı molasını Cafe des Natte'nin sedirli terasında, Akdeniz lacivertine ve ufukta gözükmeyen ama çok da uzak olmayan Sicilya'ya karşı yapıyoruz.


Üçüncü gün Tunus'un Antalya'sı Hammamet'e gidiyoruz. Aslında bu gezide en büyük amacımız  Sahra'da bir çöl yerleşimine gitmek. Bertolucci'nin "Çölde Çay" ını, izlerken güzel de, o film, bizimki hayatın gerçeği 🙃 İmdadımıza Hammamet'te kaldığımız otelde özel turlar düzenleyen yerli bir rehber yetişiyor. Lobide oturmuş, Tunusluların ünlü nane çayını içerken, "üç günlük bir çöl safari turumuz var, katılmak istermiydiniz?" teklifine hayır, "şukran" denir mi!


Ertesi sabah erkenden küçük bir minübüsle, başka bir iki otele daha uğrayıp, tura katılanları toplayarak, Tunus'un güneyine doğru yol alıyoruz. 


Yol alırken Nebul, Sousse, Kayravan gibi şehirlere de uğrayıp, önemli yerlerini dolaşıyoruz. Mesela, Afrika'nın ilk İslam şehirlerinden Kayravan'daki  Ulu Cami muhteşemdi. Kuzey Afrika ülkelerinde minareler yuvarlak değil. Perşembe Pazarı'ndaki Arap Cami'yi hatırlarsak, onun gibi köşeli formda yapılıyorlar. Ama Kayravan'ın minaresi gerçekten çok ulu.


Şehirlerden geçip, uçsuz bucaksız zeytinlikleri görüp, daha sakin bir coğrafyaya girip, derken bir vahaya geliyoruz. Burada, faytonlara binip, vaha içinde dolaşıyoruz. Siyah, çarşafa benzer, yerel giysiler giymiş kadınlar gurup halinde yürüyorlar. Fotoğraflarını çekmemizi istemiyorlar.


Tekrar minibüse bindiğimizde, hava hafiften kararmaya başlıyor. Yol alırken dişarıda hiç birşey gözükmüyor. Nihayet yüksek bir duvardaki kapıdan içeri giriyoruz. Minibüsten inince yerel giysi ve müzikleriyle otel personeli hoşgeldiniz karşılaması yapıyor.


Odalar çok otantik döşenmiş, yatak bile yer yatağı havasında. Erkenden uyanıp, etrafa bakmak için dışarı çıkıyorum. Otelin etrafı surla çevrili. Bahçenin bir ucunda bir kule gözüme çarpıyor.. Ayaklarım kuleye yönelip, merdivenleri tırmanıyorum. Kapıdan çıkıp, dışarı baktığımda gördüğüm tek şey; kum, yine kum, yine kum. Yani çöldeyiz.


Kahvaltıdan sonra asıl yolculuk başlıyor. 

Çölde, yeraltı evlerinde yaşanan Berberi yerleşimi Matmata'ya gidiyoruz. Minibüsle hedefe vardığımızda öğle saatini biraz geçiyor. Yine unutmayacağım bir tecrübe yaşıyorum. Sanki minibüsten çıkmıyorum da, turbo bir fırına giriyorum, öyle bir sıcak.


Matmata'da yaşam toprağın dört beş metre altında sürüyor. Yedi sekiz metre çapında bir kuyunun avlu olduğu bir ev düşünün, odalar bu avluya açılıyor. Evlerden birini turizm amaçlı gezdiriyorlar. Gezdiğimiz evde çenesi dövmeli, sert bakışlı bir kayınvalide ve gelini var. Gelin el değirmeni ile birşey öğütürken, kayınvalide bize bu mağara  evi gezdiriyor. İçerideki havanın, yukarıının sıcaklığı ile ilgisi yok, hayat onun için yeraltında. 


Berberileri Matmata'da , Bedevileri de Hammamet'te yerel pazarda görüyorum. Romalıların El Jem büyük kollozyumunu, sabahın seherinde Chott El Jerid'de tuz güllerini  topluyorum. Yasemin kokulu sokakları, parmağım büyüklüğünde üzümleri, toprak kaplarda yediğimiz  kuskusu ile Tunus artık anılarımda.


Yazımı bitirmeden, daha yirmi bir yaşındayken, doğduğu  Fas'ın Tanca şehrinden, hacca gitmek üzere yola çıkıp, hacılığını yapıp, Hintten Çin'e, Maldivlere, Anadolu'dan İstanbul'a Endülüs'e otuz yıl  gezen, gezen ve de hatırlayıp yazan, İBNİ BATUTA'yı bir kararıyla anmak istiyorum.


."YAŞAM BOYU YERYÜZÜNÜ GEZ                          VE HİÇBİR YOLDAN İKİ KERE GEÇME''

Yorumlar