BİR KARAAĞAÇ HİKAYESİ



Karaağaç'taki eski Edirne Garı'nın,  Palermo kökenli Sinyor Liborio Sanzoni ile, Samsunlu Hulusi Bey'in hayatlarındaki kadar öneminin olduğu, başka birileri daha  var mıdır acaba? 


Sicilya'nın palmiyeleriyle aklımda kalan güzel şehri Palermo'da doğan Liborio'nun babası Sinyor Giovanni Sanzoni'nin, Karaağaç'a geliş nedeni, aile tarafından tam olarak bilinmemekle beraber,  tren istasyonunda çalışmak üzereydi. Giovanni Sanzoni, burada evlenir. Çoğu küçük yaşta ölen on çocuğundan hayatta kalmayı başabilen Liborio, 1870'lerde doğar. Sinyor Liborio'nun yetişkin yaşlarında, Karaağaç'ta yeni  Edirne Garı inşaatı başlamıştır. O da, babası gibi gar inşaatında çalışır.


Karaağaç'taki Edirne Garı II.Abdülhamit zamanında, Balkanlardaki diğer üç garla birlikte  yapılmaya başlanmış, 1914'te bitmişti. Mimar Kemalettin Bey'in prestijli yapılarından biri olarak, günümüzde Trakya Üniversitesi'nin Güzel Sanatlar Fakültesi hizmeti veren bu gardan önce, Karaağaç'ta daha küçük bir istasyon binası vardı..


Savaş başlayınca yeni yapılan gar kullanılamamış. Savaştan sonra da, Osmanlı'nın toprakları paylaşılınca, Karaağaç, Osmanlı sınırlarının dışında kalmıştı. Ta ki, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile, Meriç Nehri'nin öte yanındaki tek topraklarımız olacak olan Karaağaç ve Bosnaköy'ün savaş tazminatı olarak Yunanistan'dan alınmasına kadar. Gar, 1930 yılında hizmete açıldı.


Ancak, Rumeli demiryollarını yapan Alman şirketi öyle dolambaçlı bir güzergah çizmişti ki (onun da bir sebebi vardı mutlaka!) 1971 yılına kadar, İstanbul'dan Edirne'ye gidecek tren, Yunanistan sınırına girip, vagonların kapıları kilitlenip, bir müddet Yunan topraklarında yol almak zorunda kalıyor, sonra tekrar sınırlarımıza girerek Karaağaç'ta Edirne Garı'na varıyordu. Kırk yıl sonra, 1971 yılında, Pehlivanköy Edirne arasına yeni hat döşenip, Edirne'ye de yeni bir gar binası yapılmasıyla, bu durum sonlandırıldı.


Biz şimdi yine Sicilyalı Sinyor Liborio'nun hikayesine bir dönelim. Sinyor Liborio Karaağaç'ta gar görevlisi olarak çalışırken, annesi Alman uyruklu, babası Rum olan  Aspasia ile tanışır ve evlenirler. Önce kızları, 1930'lu yıllarda da küçük oğulları Benito doğar.  Emekli olan Liborio, Karaağaç'ta bir bakkal dükkanı açar. Karaağaçlıların 'Liborya Bakkalı' olarak bildikleri dükkan, 1950'lerde Sinyor Liborio'nun hayata veda edip, ailenin Karaağaç'tan ayrılmasına kadar  işletilir. Sinyor Liborio'nun hayata veda ettiği yıllarda, Samsunlu Hulusi Bey'in Karaağaç hikayesi başlar.


Demiryollarında elektrik mühendisi olarak görev yapmakta olan, kırkına merdiven dayamış Hulusi Bey, zaman zaman gelip, on beş, yirmi gün kaldığı  Karaağaç'taki garda, hareket memuru ile ahbap olmuştu. Büfede oturup, masa arkadaşlığı yaptıkları bir akşam sohbet sırasında, Selanik mübadillerinden olan hareket memuru, " Ya Hulusi Bey, bunca yıl gelip gidiyorsunuz, hiç sormadım size, evli misiniz, bekar mısınız?" diye sorar. O da, " Bekarım, kısmet olmadı, evlenemedim." der. 


Samimi ve dürüst bulduğu, hem de mühendis olan Hulusi Bey'in yalnızlığına bir son vermek isteyen mübadilimiz "O zaman, ben sana bir kız bulacağım, ama üç kızkardeşler, erkek kardeşleri yok, bilmem babaları gurbete kız verir mi? Kısmet, bir taş atalım." der.


Bundan sonrasını, eşi Hulusi Bey'le onu kaybedinceye kadar mutlu bir hayat yaşayan Feriha Hanım'dan dinleyelim mi? Ben, Karaağaç'taki evlerinin bahçesinde, bu zarif kadını dinlerken çok keyifli zaman geçirdim. O anlatsa, ben sabaha kadar dinleyebilirdim.


"O, akrabamız olan hareket memuru, 'kızınız rahat eder' diyerek babama, karısı da anneme konuyu açmış. Babam, ben karışmam demiş. Ama, Hulusi Bey, 'önce bir görsem' deyince, annem, 'bende gösterilecek kız yok, pazarda hayvan mı satıyorum, kabul eden öyle etsin' diye kestirip atmış. Annem çok tutucuydu, Allah muhafaza, annem kız gösterecek.


Biz, anne tarafım da, baba tarafım da Selanik mübadiliyiz. Annemin tarafı gemiyle Tekirdağ'a gelmişler. O zaman Tekirdağ, tepelik, kayalık, yokuş bir yer. Orada üç ay çadırda kalmışlar. Bu arada dedem, geldikleri yer gibi sulak, yeşillik bir yere yerleşmek isteyip, çevre şehirleri gezmiş. Edirne Karaağaç'ı geldikleri yere benzetip, buraya yerleşmişler. Biz, devletin gösterdiği yerde kalmadığımız için, bir yardım da almadık.


Babamlar Selanik'teyken, Sırp çeteleri çok baskın yapıyor, haraç topluyorlardı. Bir gece saat ikide Bulgar muhtar kapıyı çalmış, babaannemin 'bu saatte kapıyı çalan, hayra çalmaz' deyip engellemek istemesine rağmen dedem kapıyı açmış. İçeri dalan Sırp çetecileri para isteyip, dedem de vermeyince, süngüleyip götürmüşler. Ertesi gün dere kenarında kan izlerini görmüşler.  Rahmetli babam, kaybettiklerini ve yapılan zulmü hatırladıkça, şükredip, diz çöker, toprağı öperdi.


Karaağaç'ta gara giden caddede sıra sıra dükkanlar vardı. Buralar çok güzel, çok hareketliydi. Dükkanların çoğunun sahibi Yahudilerdi. Pazar günü oldu mu, Edirne'den pikniğe gelirler, masalara gramofonları kurar eğlenirlerdi. Ben, 1933 doğumluyum, çocukken, beş yüz tane tavuğumuz vardı. Annem sepete doldurur, sat kızım bu yumurtaları, sana yirmi beş kuruş vereceğim derdi. Ben de bakkallara gider, hem yumurtaları annemin dediği fiyatın üstüne satar, hem de annemden yirmi beş kuruş alırdım.😌"


Feriha Hanım'ın güzel sohbetini burada azıcık keserek, belki yumurta da sattığı, Sinyor Liborio'nun bakkal dükkanını hatırlatmak istiyorum. Şimdi Atina'da oğullarıyla bir şarküteri işleten küçük oğluBenito, Feriha Hanım'la aynı yaşlarda ve Feriha Hanım aileyi hatırlıyor. (Tesadüf bu ya, Ayhan Sicimoğlu bir programında, Atina'da, Benito'nun  aynı isimli  şarküteri dükkanına giderek, röportaj yapıyor. 'Ben doğma büyüme Edirneli'yim' derken, yirmili yaşlarına kadar kaldığı toprakları unutmadığını, çok düzgün Türkçesiyle hissettiriyor.)


Sohbette, Hulusi Bey'e dönüyoruz yine. Feriha Hanım'ı görmekte ısrar edince, bir çare düşünülür ve garın yakınında oturan teyzesinin evine giderken, mantolu, başörtülü,  boylu boslu Rumeli kızını görmesi sağlanır. Artık sıra formalitelere gelir. Karlı bir ocak günü, Hulusi Bey, erkek kardeşiyle beraber, kız  evine nışan bohçası götürmek üzere Karaağaç'a gelir. Feriha Hanım devam etsin mi?


"Nışan bohçası getirdiler, hoş geldiniz diyeceğim, bir baktım sedirde şakakları hafif kırlaşmış iki kişi oturuyor. Ben içeri girince, biri ayağa kalktı, ben de müstakbel nışanlımın o olduğunu tahmin ettim. Beyimle  aramızda epey bir yaş farkı vardı. Ben yirmi iki, o kırk yaşındaydı. Ama hiç sıkmadı beni, çok modern görüşlüydü, başımı da açtım, kısa da giydim, çok mutlu yaşadım. Ama nışanlıyken, çok yakın bir arkadaşımın annesi Ayşe Teyze'ye gider 'beni yaşlı adama veriyorlar, ben yapamayacağım, Ayşe Teyze yüzüğü atacağıım 'diye ağlardım. O da  'Yapma kızım, nikahta hayır vardır, anlaşırsın kızım, seversin kızım.' der, beni teselli ederdi. Ve sonra evlendik, gerçekten de çok mutlu oldum. Önce Fener'de, sonra Fatih'te oturduk."


Ben, Feriha Hanım'la, kızının çocukluk arkadaşı olan (o da, eşi de yürekten, can insanlar, iyi ki onları da tanıdım), Karaağaç'a beraber gittiğimiz, Fatih'te oturdukları apartmanda yıllarca komşu oldukları bir arkadaşım vasıtasıyla tanıştım. Hulusi Bey'i de çok iyi tanıyan arkadaşım, onun, emeklilik döneminde, kıl testere ile yaptığı muhteşem kuş kafeslerinin, o zaman bir   dergide yayınlandığını sohbetimize ekledi. Doksanlı yaşlarına adım atan Feriha Hanım'ın kapıda veda fotoğrafı çektiriken, bir dakika deyip, saçıını başını düzeltip, kameranın karşına geçmesini unutmayacağım.


Farklı zamanlarda iki güzel aile kurulmasına vesile olan,elli yıldır trenlerin gelmediği,  Karaağaç'taki eski Edirne Garı'ını gün batımına yakın bir zamanda dolaştım. Daha önce bahsettiğim gibi, şimdi Trakya Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olan gar binasının ön bahçesindeki Lozan Anıtı, Lozan Antlaşması'nın  anısına dikilmiş, anlamlı bir anıt. Farklı uzunlukta üç sütun, Anadolu, Rumeli ve Karaağaç'ı, havuz, etrafımızdaki denizleri simgeliyor. Bir vagon ve lokomotifle, eski günlere gönderme yapılan bahçede, atölye olarak kullanılan binadan başka, biri Milli Mücadele ve Lozan Müzesi, biri de yakın zamanlarda İlhan Koman Müzesi olarak işlevlendirilmiş ek binalar da yer alıyor.


İlhan Koman, çocukluğu  Edirne'de geçmiş, Karaağaç'ta Fuat Koman Çiftliği adıyla bilinen arazinin de sahibi olan tanınmış bir ailenin, sanatçı oğulları. Edirne'yi gezerken, yaşadığı ahşap konak görülmesi gereken yerlerden biri. Onu, en çok Yapı Kredi Kültür Merkezi'ndeki Akdeniz heykeli ile biliriz biz. 


Daha çocukken kağıt ve çubuklardan yaptığı gemilerle, ideali olan gemi mühendisliğine yönelirken, geçirdiği ağır bir hastalık nedeniyle, doktor olan babası tarafından bu sevdadan vazgeçirilmiş, Güzel Sanatlar Akademisi'nin resim bölümüne, daha sonra yeteneğinin daha çok olduğu farkedilen heykel bölümüne geçmişti. Gemilere olan sevdasını, altmış beş yıllık ömrünün, yirmi yılını geçirdiği Hulda adlı teknesinde, Stockholm'de kışın  kraliyet ailesinin de yazlık sarayının bulunduğu Drottningholm'de kanalda demirleyerek, yazın Baltık Denizi'ne açılarak geçiren dünya çapında ünlü heykel sanatçımızın külleri Baltık Denizi'nde, sevgili Hulda'sı ise önce Bodrum'da, en son Haliç Tersanesi'nde idi. 


Bu arada Hulda adını merak edip araştırdığımda, İskandnav folklöründe, kuzey ülkelerinin pagan dönemine  ait bir tanrıça olduğunu, kuştüyü yatağını salladığında kar, yıkadığı çamaşırların durulama suyunu döktüğünde ise yağmur yağdığına inanıldığını  okudum. Bu da yazıma küçük bir anekdot olsun.


Karaağaç'ın sıra sıra eski dükkanları, şimdi resoran, çay bahçesi ve kafe. Eski fotoğrafalara bakınca anlıyorum ki, yllar boyunca değişmeyen bir tek şey varsa, o da iki tarafı ağaçlı o güzel cadde. Ve Karaağaç'ı kent merkezine bağlayan Tunca ve Meriç üzerindeki güzel taş köprüler.


Not: Sanzoni ailesi ve Sinyor Liborio ile ilgili bilgi ve fotoğrafalar,  aile üyelerinden Dimitri Vafiadis'in  2mi3museum isimli dijital aile albümünden alınmıştır.

Yorumlar