KAŞ GÜNLÜKLERİ (22): FAKDERE'NİN ULUBURNU

 


Durduğumuz yerden, gözümüzle soldaki kıyıyı takip ederek, burnun elli metre açığına bakışlarımızı kilitlediğimizde, 3300 yıl önce, kare yelkenli, on beş metrelik kargo yüklü bir teknenin battığı yere de kilitlenmiş oluyorduk. Likya Yolu'nda, Ufakdere'ye, ya da dillerdeki adıyla Fakdere'ye doğru yürüyoruz. Koyun ucundaki burun, Uluburun. Anladınız değil mi? Tunç Çağı'na tarihlenen Bodrum Sualtı Müzesi'ndeki, Uluburun Batığı'ndan bahsettiğimi. 


Bodrumlu bir sünger avcısının, elli metre aşağıda görüp de bisküvite benzettiği şeyleri müzeye bildirmesiyle harekete geçildiğinde, yıl 1982, ekibin dalış ve kazılara başladığında da 1984'tü. On yıl süreyle, yirmi binden fazla dalış yapılan, tarihin bu en eski batığından 20 bin parça eşya çıkartılmıştı.


Arkeologların ve bilim insanlarının verdiği bilgiler doğrultusunda, tekne nereden geliyor nereye gidiyormuş, içinde neler varmış, bunlar bize ne anlatıyormuş, şöyle bir özetleyelim mi?


M.Ö. 1300'de battığı tahmin edilen teknenin içinde, on ton bakır, bir ton kalay olması (bu ikisinin karışımıyla tunç elde ediliyor) teknenin Kıbrıs'tan veya Suriye'den hareket etmiş olabileceğini düşündürüyor. O devirde tekneler, saat yönünün tersine bir istikametle, doğudan batıya Akdeniz Bölgesi kıyılarından güneye dönüp, Rodos, Girit, Mısır ve tekrar Suriye veya Kıbrıs  rotasında ilerliyormuş.


Teknenin içinde  farklı uygarlıklara ait (Mısır, Hitit, Ege, Suriye, Kenan ülkesi) malzemelerinin olması da bölge ülkeleri arasında, ticaretin ne kadar yoğun olduğunun bir işareti. 


Sedir ağacından yapılmış, yirmi ton yük taşıma kapasitesindeki teknenin, taşıdıkları arasındaki bakır ve kalayı yazmıştım. Bunların çoğu, süngercinin bisküvite benzettiği,  öküzgönü denilen (öküz postu şeklinde olduğundan) külçeler halindeymiş. Ayrıca, 150 külçe ham cam, işlenmiş cam takılar, makyaj kutuları, Kıbrıs keramiği kaplar, seramikler, amforalar, su aygırı ve fil dişleri, müzik aleti yapmak için kullanıldığı tahmin edilen kaplumbağa kabukları, tütsü yapımında kullanılan salyangoz kabukları, devekuşu yumurtasından boncuklar, altın bir Nefertiti mührü, altın gümüş takılar, mızrak ve ok uçları, Miken bıçak, keski gibi aletleri, taş ve tunçtan yapılmış ağırlık ölçüleri...vs. vs.

Tüm bunların yanında hiç insan kalıntısı bulunmamış ama, bir fındık faresinin çene kemiği bulunmuş.


Biz, Likya bölgesinde lahitlerle M.Ö. 500-600'lere tanık olurken, onlardan yüzlerce sene öncesindeki hayatların izleri de etrafımızdaki denizlerde ya da toprağın altında, gün ışığına çıkarılmanın sırasını bekliyor demek ki.


Günümüze dönersek, Fakdere'ye doğru yürürken, küçük, tonozlu bir sarnıcın önünde durup, Uluburun'a kilitlemiştik gözlerimizi. Yol arkadaşım, çocukluğu Kekova'da, lahitlerle deniz arasında geçmiş bir Gaşlı. İşaretli Likya Yolu rotasına kestirmeden, makilik, kayalık tanımadan, kestirmeden dalıyoruz. 


Fakdere'nin girişinde küçük bir dere var, koya adını veren Ufakdere. Aslında bu derenin büyük büyük büyük atası pek de ufak değilmiş ki, yamaçtan aşağı inerken, kayaların morfolojik yapısı hiç de bildiğimiz kayalara benzemiyordu. 


Yüz milyonlarca  yıl önce, Afrika'nın, Akdeniz'in tabanını Avrupa'ya doğru itmesiyle Toroslar oluşurken, bu bölgedeki büyük bir dere de yükselmiş, içindeki taş ve kumun basınçla sıkışıp, sertleşmesiyle de,  sanki harçla tutturulmuş çakıl ve taş görünümlü bu kayalar (konglomera) oluşmuş. 


Dar patikada, sol yanımızda bu ilginç kayaları, sağ yanımızın aşağılarında ise, maviden turkuaza, turkuazdan laciverte dönen bir denizi izleyerek, hem de bastığımız yere dikkat ederek, Fakdere'yi de geçip, iri çakıl taşlı sahiline indik. Taşların arasından fışkıran, tap taze deniz otları, 'akşama salatanız benden' diyordu. 


Koydaki bir kaç tek katlı binanın, Uluburun Batığı'nı çıkartma aşamasında, ekibin kalması için devlet tarafından yapıldığını, Likya Yolu'nun 9. Etabı'nı anlatan bir yazıda okudum. Arazi şimdi özel mülkiyetteymiş. Sürekli orada bulunmayan bir görevli, Likya Yolu yürüyüşçülerinin, su gibi bazı ihtiyaçları karşılayabiliyormuş. 


Koyun üç bir yanını turlayıp, beyaz, dik ve keskin kayaların üzerinde de bir tur attıktan sonra, denize dil gibi uzayan, rüzgar almayan bir yerinde molalandık. Kayaların arasından güneş batma saatlerinde bolca mürenin başlarını çıkarttığına, arkadaşım daha önce şahit olmuş. Ben, bizden korkup, saklanan yengeci bile göremedim.😊


Gaş'ın muhteşem doğasındaki altı saatlik yürüyüşün özetini, yine Uluburun Batığı ile sonlayalım, zira babasının Kekova'da restoranı olan yol arkadaşımın anıları arasında, küçük bir izi kalmış. "Çocuktum, ben çok net hatırlayamıyorum, ama kazı bittiği zaman, kalabalık bir grup halinde, birkaç tekneyle gelip, bizde yemek yediklerini hatırlıyorum."

Yorumlar