Kaşlıların eğer bir bahçeleri ve bahçelerinde de bir ocakları varsa, hala sürdürdükleri geleneklerinden biri de ekmek yapmaktır. Yalnız bu ekmek, somun ya da tepsi ekmeği değil, bildiğimiz yufka olarak yapılır. İşin güzel yanı ise, bu iş yapılırken genellikle yakın komşuların birbirine yardıma gelmesidir.
Bir ya da iki kişi yufkaları açarken, üçüncü kişi ateşin başında yufkaları sacta çevirir. Hepsinin, zamanla edindikleri tecrübeyle ustaca yaptıkları bu işler sırasında, sohbetin de alası yapılır.
Bu perşembe havayı güzel bulan ev sahibim, sabah erkenden hamurunu yoğurmuş, bezelerini hazırlamış, bahçede ocakta ateşi de yakmış, ben gördüğümde komşularla yufka açma işlerine başlamıştı bile.
Çocukluğumdan beri ateş başında oturmayı, ateşi karıştırmayı sevdiğimden, burada da ateşin başında yerimi alıp (yufkaları çevirme işi için değil ama😊) maharetli elleri seyretmek bana düşen iş oldu.
Altı kişilik bir gruptuk, havadan sudan derken, birkaç gün önce çalı süpürgesi yaparken öğrendiğim 'tiske'yi attım ortaya. Tiske, cam fanuslu lambaların bile lüks olduğu zamanlarda kullanılan, çok az ışık veren bir aydınlanma aracı. Ters huni şeklinde tenekeden yapılmış bir haznesi ve tutma kulpu olan tiskenin haznesine. gaz ya da yağ konurmuş.
Tiskeden konuşurken, kibritin az bulunur bir meta olduğu, 'oku' olarak gönderildiği zamanlar gündeme geldi. ( Kaşlı olmayanlar için bir açıklama 😊 Artık yavaş yavaş değişmeye başlıyorsa da, Kaşlıların düğün davetiyesi yerine gönderdikleri hediyelere 'oku' deniyor. Bu, yazma, havlu, kumaş vs. olabiliyor) Sadece kibrit değil, bir zamanlar sabun ve çay bardağı da oku olarak dağıtılırmış.
Bu arada ateşi kuvvetlendirmekle uğraşılırken kulağıma 'ensi' diye bir kelime çalınınca, sohbetin yönü ensiye döndü. Ensi, tam yanmamış, ucunda henüz kor alan oduna deniyor. Kibrit olmadığı ya da kıt olduğu dönemlerde, komşular birbirinden ateşi yakmak için ensi alırlarmış. Birisi, bir yerden çabuk ayrılacağı zaman kullandığımız 'Ateş almaya mı geldin?' lafının kökeni de işte bu olsa gerek.
Ama ensinin çağrıştırıp sohbete kattığı 'Aydaş' ise hiç bilmediğim, fakat araştırınca, kökeninin yüzlerce yıl önceye, Türklerin dininin şamanizm olduğu zamanlarla bağlantılı bir ritüel olduğunu öğrendim. Anadolu'nun birçok yerinde biraz farklı uygulamaları olsa da, Orta Asya'dan bugüne gelen, halk tarafından benimsenmiş, uygulanmış, toplumsal hafıza kaydedilmiş iyileştirme inançlarından biri olan bu ritüel, bazı yörelerde ‘Aydaş aşı’ olarak geçiyorsa da, Kaş’ta ‘Aydaş pişirme' deniyor.
Kaş'ın köylerinde eskiden iyi beslenemeyen, zayıflıktan bacakları bile buruşmuş küçük çocuklara aydaş oldu denirmiş. Toparlanıp, şişmanlamaları için yapılan aydaş pişirmeyi, gelin size komşum anlatsın.
"Çocuklar evvelleri zayıflıktan, bakımsızlıktan aydaş olurdu. Zayıflardı, bacakları buruş buruş olurdu çocukların. Üç cumartesi, üç yol ayrımına, üç ensi koyarlardı, biri az yanık iki de kuru, üç de taş koyup üstüne kazan koyarlardı. Başında bir kocakarıı.🙃(Vallahi ben komşumun anlattığı gibi yazıyorum, onun için ihtiyar teyzelerden özür dilerim) Üç yoldan üç kadın çağrılır, seni, beni, Ayşa'yı mesela. İki üç sırık toplarsın eline,
-Selamün aleyküm,
-Aleyküm selam
-Ne bişiriyın?
-Aydaş bişiriyım.
-Bişiribildin mi?
-Ooooo, anasını bile ######😮
-Oooo, iyi, iyi, bişsin bilsin, biş, biş, biş der, sokardık biz de kuru odunları kazanın altına. Üç kere getirirdik böyle, herkes selam verirdi. Üç cumartesi bunu yapardık ."
Bu arada çocuğun da kazanın içinde olduğunu unutmayın lütfen. O üç haftada artık çocuk da iyilleşirmiş. Anlatan komşumun bizzat kendisi gençlik yıllarında çok zayıf olduğu söylendiğinden, espri olsun diye kendine aydaş pişirtmiş. Biz dinlerken yerlere yattık da, olayı gerçekleştirenlerin halini düşünemiyorum.
Sohbet bu kez Kaş'ın köylerinde, nazara karşı kurşun dökme yerine yapılan, ateşe tuz dökme inanışına evrildi. Şimdi anlatırken, gülerek mantığını da açıklayan komşum, 'çocuk çok ağlıyor diye, ateşe çocuğun yanında tuz atılır, tuzlar patladıkça çıtırrrt çıtttırrt, çocuk da korkudan ağlamayı kesince, bak nazar varmış derlerdi' Bu işlem yapılırken söylenen cümle ise hepimize bir kez daha kahkahayı patlattırdı. "Gök gözden, ######’den sakla Alalh'ım"
Yufka ekmekleri kat kat yükselirken, semaverde demlenen çayın yanına yağlı ekmekleri mideye indirmeyi de ihmal etmedik tabii bu arada. Sonra katmerleri, sonra tahinli katmerleri.
Birkaç gün önce, çalı süpürgesi yaparken konu yine eskilerden açıldığında, ev sahibim tiskenin ışığında ders çalıştıklarını, elektriğin Kaş'ın bir çok köyüne 1985'ten sonra geldiğini söylemişti. Hava karardıktan sonra pek dışarılarda dolaşılmadığı konuşmaları konuyu kara kedilere, cıbılı (civciv) tavuklara getirince, yine büyüklerin anlattıkları sohbetimize eklendi.
Efendim, komşumun çok mugallit (onun kelimesi, komik, taklitçi demek) olan dayısı bir akşam geç vakit bir yere gidiyormuş. Karşısına bir kara kedi çıkmış. ‘Zilçe’yi ip yapıp, (zilçe bir çeşit çalı olup, kabuğu sıyrılıp, bir şeyleri bağlamak için ip gibi kullanılırmış) besmeleyle kedinin boynuna geçirmiş ve kediyi bir yere bağlamış. Eğer kedi değil başka bir şeyse, inanışa göre, gün ışıdığında kuruma dönmüş olması gerekiyordu. Dayı, sabah erkenden kediyi bağladığı yere gitmiş, bir bakmış kedi bağladığı gibi duruyor.😊
İşte böyle, diyerek, yiyerek ve gülerek neneleri, dedeleri anarak, Kaş’ta bir günü daha akşam ettik. Yarın Cuma, ağır mübarek gün dedik, ve ateşten bir iki parça kor alıp, üzerine buhur döküp, kapının sağ yanına koyduk.
Yorumlar
Yorum Gönder