Tarçın rengi ve ördek başı yeşili.
Bu renkleri taşıyan iki nesne aynı zamanlarda çarptı gözüme. Biri,
kutsal havuzun demir parmaklıklarına konmuş, sivri ve uzun gagasıyla, Sihizm
dininin kutsal mekanı Altın Tapınağın mızraklı görevlilerine nazire eden güzel
bir kuş; diğeri, aynı renklerde sari giyen, iki çocuğu ve eşiyle, bir ritüele hazırlanan genç ve güzel bir kadındı.
Ne kadın, ne kocası Sih değildi. Bunu, erkeğin başında türban
olmamasından, kadının da sari giymesinden anlıyordum. Kadın Sih olsaydı,
Pencabi dedikleri, şalvarımsı bir pantolon ve üzerine uzun bir şal attıkları tuniğini
giyerdi.
Erkek Sih olsaydı, her şeyden önce uzun bir sakalı ve bıyıkları, kafasında
ise hiç kesmedikleri saçlarını (keş) örten bir türbanı olurdu. Ayrıca, ben
görmesem de, cebinde bir tarak (kanga), beline asılı küçük de olsa bir kama (kirpan),
içine bir tür kısa pantolon (kaça) giyer, bileğine de mutlaka çelik bir bilezik
(kara) takardı. Urdu dilinde hepsi ‘’K’’ ile başlayan bu beşliye, Sihizmde ‘Kakkas’
diyorlar ve uyuyorlardı.
Dinlerin amacı hep aynı aslında, iyi ve dürüst insan olabilmek ve olmak. Peygamberler,
onun için tanrının elçileri değil mi?
Zaman, on beşinci yüzyılın sonları, on altıncı yüzyılın başlarıdır,
Avrupalı uzak diyarlara seferlere başlamış, Osmanlı İmparatorluğu en parlak
yıllarını yaşıyordu. Hindistan’ın kuzeyinde Müslümanı, Zerdüştü, Hindusu,
Budisti ile, her dinden insanı bir arada yaşamaya çalışırken, güneyde Portekizlilerin gelmesiyle Hristiyanlık da
yayılmaya başlıyordu.
Kuzeyde sosyal bir huzursuzluk dönemi hakimdi. İşte, böyle bir
zamanda, GURU NANAK adlı bir Pencaplı, dünya işlerinden elini ayağını çekip, dolaşıp,
görüşüp, konuşup, Hinduizmin Bakti ve İslamın Sufi kollarının özünü benimseyip,
tek tanrıya inanan, kast sistemindeki eşitsizliği kabul etmeyen, toplum
refahını, çok çalışmayı, paylaşmayı ilke edinen hatta inek eti bilke yenilebilen
bir dinin öncülüğünü yapıyordu.
Tarçın rengi ve ördek başı yeşilinde birleşen; kuşla, kadını
gördüğümde, bugün dünyada yirmi milyondan fazla inananı olan, Sihizmin kutsal
mekanı, Amritsar şehrindeki ALTIN TAPINAK’taydım.
Kadının elinde yeşil bir peştamal vardı, belli ki havuzdan çıkınca
kurulanmak için. Bir umarları var belli ki, dini başka da olsa bir Tanrıya dua
edecekti. Ben, bir kiliseye girdiğimde, camide ettiğim duaları etmiyor muydum?
Hava hafif serindi, ayaklarım çıplaktı, mermere basıyordum, mermer
soğuktu. Aslında yolluklar serilmişti, ama çıplak ayakla onlara basmak
istemiyordum. Saçma bir hijyen merakı, oysa burası Hindistan, unutuyor muydum
ne?
Tapınak kompleksi dört tarafı birkaç katlı, mermer cepheli
binalardan oluşan, ortada bir havuz ve havuzun ortasında ise gerçekten de, yedi
yüz elli kilo altınla kaplı mabetten oluşuyordu.
Ana kapıdan girerken başınıza mecburen eşarp bağlıyor, ayakkabılarınızı
görevliye teslim ediyor, yolunuzu kesen bir arktan akan sıcak sudan ayaklarınızı
bir nevi yıkayarakan geçiyordunuz.
Bütün zemin halı gibi, geometrik desenleri olan mermerlerle kaplıydı.
Göze en takılanlardan biri de, başında ve belinde oranja bakan türban ve
kuşakları, lacivert üniformaları, ellerinde uzun mızraklarıyla, simsiyah
sakallı, uzun boyları Pencap erkeklerinin genetik mirasları olan muhafızlardı.
Havuzu çevreleyen binalardaki küçük küçük odalarda, kutsal kitabı
okuyanlar vardı. Hoparlörlerden de sürekli müzik ve dua sesleri geliyordu.
Odalardan birinin camından bakarken, gel diye işaret ettiklerinde, girdim, bir
köşeye oturdum ve dinledim. Kulağa, aynı KURAN gibi geliyordu, okumaları.
Havuzun ortasındaki mabede doğru uzayan çift taraflı yoldan, birileri
girerken, birileri çıkıyordu. Tek sıra halinde uzun kuyruğa giriyorum. Sabahın
erken saatleri, kutsal kitap GURU GRANTH SAHİB’in yeri hazırlanıyordu.
Guru Nanak’tan sonra gelen dördüncü guru zamanında, Ekber Şah tapınağın yapılması için,
bağışlamış bu araziyi. Ekber Şah Türk- Moğol
kökenli bir imparator olup, aynı zamanda Agra’daki Tac Mahal’i yaptıran Şah Cihan’ın dedesiydi.
Ekber Şah da dinler konusunda duyarlı bir insandı, belki de stratejik
olarak öyle olmak zorundaydı. Halkı birleştirecek dinden daha etkili ne
olabilirdi. Oğullarının eğitimini Portekizli Cizvit papazlarına bırakacak kadar
Hristiyanlıkla da ilgilenip, Hinduizm, İslam ve Budizmi bir potada erittiği ‘İlahi
Din’i halka dayatmıştı.
Fetihpur Sıkri’de
gezdiğimiz sarayında Müslüman, Hindu ve Hristiyan eşleri için yaptırdığı
dairelerde, Ekber Şah’ın her hatunu, kendi dinini ve kültürünü yaşamış olsa da,
oğlu İlahi Dinin yolunu kesmişti.
Mabede dönersek tekrar, kutsal kitabın konulup, okunacağı yer
hazırlanıyordu. Sihizmde, kutsal kitap, onuncu ve son Guru olarak kabul
edilmiş, GURU GRANTH SAHİB olarak adlandırılmıştı.
Kitabın konulacağı yerdeki beyaz örtüler kaldırılıp, altındaki
halı süpürüldü ve tozları torbalara alındı.Sonra, beyaz örtü birkaç kişi
tarafından gerile gerile yeniden yere serildi, uçları halının altına sokuldu. Kitabın
konulması için de, bir halı katlandı, beyaz örtüyle sarılarak hazırlandı. Sağ
tarafta iki kişi de sürekli müzik aletlerini çalarak ilahi söylüyordu.
Başka bir odadaki, ki burası gece sütle yıkanırmış, merasimle
alınan kitap, üzerinde işlemeli göz alıcı renkte pullu payetli bir örtüyle örtülü olarak, okuyacak olan görevlinin
başının üzerinde salona getirildi. Üzeri sürekli beyaz bir püskülle
yelpazeleniyordu. Hazırlanan yere konan kitabın üstündeki göz alıcı örtü
kaldırıldı, beyaz kaplı, oldukça büyük ve bir karış kalınlığındaki kitap açıldı
ve okunmaya başlandı.
Tapınak iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Kutsal
kitabın okunduğu yeri yukardan gören küçük bir balkondan izliyordum insanları.
Ellerinde kutsal kitabın küçük ebatta olanlarını okuyanlar da vardı, gözlerini
kapatıp, ilahi bir huşu içinde kutsal kitaplarına kulak verenler de.
Benim gözlerim duvarlardaki işlemelere takıldı. Bordo ve yeşil çiçek
motifleri, iç iç geçmiş desenler. Kabartma süslemelerle dolu tavanlar, çiçek
açmış kolonlar. Kadın erkek bir arada ibadet edebilmek bir dinden, keyif veren
maddelerin alınmaması başka bir dinden. Keşke, diye düşündüm dünyada tek bir
altında birleşse insanlar.
Tapınak kompleksinde bir de yemek dağıtılan büyük bir aşevi vardı.
Yemeği pişirenler, ekmeği yapanlar, dağıtanlar, bulaşıkları yıkayanların hepsi
hepsi gönüllü, kadınlı erkekli Sihlerdi. Kalabalığı takip ettiğimde, elime
birisi çatal kaşık, birisi metal bir tepsi, birisi de bir kap verdi. Yere serili
uzun yollukların üzerinde sırayla oturan insanların arasına, yere ayaklarımı
kıvırarak oturdum.
Sıranın bir ucundan, elindeki kovadan kepçeyle, vazgeçilmez mercimek
yemekleri ‘Dal’ ı dağıtarak geliyordu gönüllü.
Arkasından sütlaç dolduruldu tepsimin bir gözüne, metal su tasıma su kondu,
avucuma da ‘nan’ yani ekmek bırakıldı. Bir metal kaşık gürültüsü sardı büyük
salonu.
Gözüm, ruhum, karnım doymuştu Altın Tapınak’ta.
Ama insanlar paylaşmayı bilmiyor, ne yazık ki tüm dünyada…
Gezi tarihi : Şubat 2011
Yorumlar
Yorum Gönder