Aşkabat, Türkmenistan'ın İran sınırında, dağların eteğinde, Karakurum Çölü vahasında bir şehir. Sovyet dönemi, Aşkabat henüz başkent değil. Üç aylık bir bebek, siyasi nedenlerle kaçmak zorunda olan babası Azeri vatan şairi Elmas Yıldırım ile, annesi Ziver'in kucağında, bir kaçakçı kervanının himayesinde, halılara sarılı olarak, oradan, yani Aşkabat'tan yola çıkar. İran'ı geçer, Türkiye'ye Elazığ'a varır. Yıl 1933.
Okur, yüksek maden mühendisi olur, bir yuva kurar, madenlerde çalışır, bazen iş verenlerinden darbe yer, aralarda öğretmenlik yapar, emekli olur ve en sonunda da İstanbul'u bırakıp İzmir'e yerleşir. Bu yazı, doksan yılı bulmak üzere olan bir ömrün, lise yıllarımda benim de öğretmenim olan Azer Elmas'ın hayatıdır.
1952 yılında Malatya Lisesi'nden mezun olduğunda, geçen yıllarda üç kardeşi daha olmuş, babasının nahiye müdürü olarak Malatya'ya tayini çıkmış, mezun oluşundan sekiz dokuz ay sonra, babası genç yaşta böbrek rahatsızlığından vefat etmiştir.
"Bütün ailece dışarda kaldık. Babam çok enteresan, değişik bir insandı, bana sekiz yüz lira borç bırakmıştı. Bunu bilen babamın dostu olan Malatya Valisi Şefik Bey, aileye bir gelir sağlayıp üç beş kuruş vermek için, valilikte bana bir iş ayarladı. Görevli polisin yanına oturttu.
O günlerde, mezun olduğum lisenin müdürünün, bir iş için geldiği valilikte beni görüp, valiye 'bu çocuk benden akıllı, bunun okuması lazım' demesi, valiyi harekete geçirdi. Ailemi koruma altına alacağını söyleyen Vali Şefik Bey, cebime 10 lira, bana da bir mektup vererek, 'İTÜ'yü kazanırsan aileni de yanına göndereceğim' deyip, beni trenle yola koyup; İstanbul'a, o zamanlar Vefa Lisesi'nin oralardaki Malatya Lisesi Mezunları Derneği'ne gönderdi."
1953 Ağustos ayında İstanbul'a gelen Azer Elmas'a dernek, binada merdiven altında bir yer gösterip, İTÜ'nün imtihanlarına hazırlanma imkanını sağlar. Orada kalmaya başlayalı henüz on gün olmuştur ki, babası Elmas Yıldırım'ın öldüğünü öğrenen Azerbaycan Kültür Derneği, Azer Elmas'ı bulur.
"Dernek, İstanbul'da benim ikinci babam olacak bir kaç kişi ile bağlantı kurmamı sağladı. Birincisi, Laleli'de Türk Hava Kurumu Apartmanları'nda oturan Naki Keykurun'du. Oğlu yurt dışına giden Naki Bey " Biz karı koca bu evde yalnızız, sen gel , okulu bitirinceye kadar bizde kal' dedi. "
Türk mimari tarihinin simge binalarından olan Laleli'deki T.H.K. Apartmanları, 1918 yılında Cibali'de çıkan yangında kül olan 7500 evin ihtiyaç sahiplerine verilmek üzere toplanan yardım paralarıyla alınan arsaya yapılan binalardır. Şu an kullanmakta olduğumuz 20 TL'lerin arka yüzünde portresi olan Mimar Kemalettin'in eseri olan altışar katlı, dört bloktan oluşan avlulu binalar, Atatürk tarafından Türk Hava Kurumu'na devredilmişti. Günümüzde 5 yıldızlı bir otel olan, Tayyare Apartmanları olarak da anılan apartmandan Azer Öğretmenim, 'çok duygulu günlerimin geçtiği yerdi' diye bahseder.
"Dört bloktan oluşan Tayyare Apartmanları'nda, dördüncü bloğun üçüncü katındaki dairede Naki Bey ve Hamide Hanım'la, bana verdikleri odada eğitimimi bitirinceye kadar oturdum.
Orada çok kıymetli arkadaşlar edindim. Sonradan profesör olan Orkan Tümer, Aydın Arran, Ercan Taşkafa ve de iki akşamda bir gelen, can arkadaşım çok da şakacı olan Tevfik Yener. Akşamları apartmanın önünde toplanır, bazen sohbet eder, bazen de leblebi alır, Vefa Bozacısı'nın yolunu tutardık. Tevfik bana Almanyalı Azer, ben ona Tefo derdim.
Apartmanın önünden, tramvay geçerdi. Tramvay yolundan Aksaray'a iner, sağdan yukarı doğru, o zamanlar hep gecekonduların şimdiyse Belediye Sarayı'nın olduğu yerden Vefa Bozacısı'na geçer, birer bardak boza içerdik.
1953'den 1958'e kadar süren üniversite hayatım boyunca kaldığım Türk Hava Kurumu Apartmanları'nda geçen yıllar, hayatımın en duygulu zamanlarıydı."
Maden Fakültesi, İstanbul Teknik Üniversite'sinin beşinci fakültesi olarak 1953 yılında kurulmuştu. Öğrenciler temel derslerini, inşaat, elektrik ve makine bölümleri ile birlikte Gümüşsuyu'ndaki binada yapıyordu. Meslek derslerine gelen hocaların çoğu Alman hocalardı. Maden Fakültesi'nde ders sistemi, Alman hocaların sistemleriyle, uygulamalı olarak yapılmaktaydı. Yani öğrenciler senede dört beş ay madende çalışıyorlardı. Madende çalışan öğrencilerin şantiye defterleri onay almazsa, bir üst sınıfa geçemezlerdi.
Fakülteye birincilikle girip, MTA'nın bursuyla Almanya'daki madenlere gönderilen öğrencilerden biri de, Maden Fakültesi'nin ilk öğrencilerinden olan 4202 Azer Elmas'tı.
"1954 yılında, ilk maden uygulamamı Soma'da yapmıştım. Soma'da madende çalışırken dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar gelmişti. Sonraki dört sene, dörder ay Almanya'da yeraltında madende çalıştım. Lisede lisanım Almanca idi. Almanya'ya gitmeden önce lisan yeterliliği için girdiğim sınavda, otuz üzerinden yirmi sekiz almıştım. Ama Münih'e gittiğimde, yirmi sekiz alan ben, birşey anlayamayıp, sudan çıkmış balığa dönünce, Münih'te senede iki ay Goethe Enstitüsü'nde Almanca kurs aldım.
Madenden ağlayarak çıktığım günleri bilirim, Almanya'da madenlerde çalışmak, maden mühendisliği eğitimi almak Türkiye ile kıyaslanmayacak kadar zordu. Şimdi öyle maden mühendisleri var ki, değil madeni, dağı görmemişler. Ben, Almanya'da farklı şehirlerde Ibberbrünn, Bochum ve Essen'de taş kömürü madenlerinde çalıştım.
İstanbul'da okula gittiğim yıllarda da, derslerimiz çok ağırdı. Akşamları geç vakte kadar, Gümüşsuyu'nda bir yurt vardı, orada ders çalışırdık. Çok seyrek sinemaya giderdik. Aksaray'da güzel bir sinema vardı.
Bazen Laleli'deki arkadaşlarımla, yanımıza gazoz öte beri alıp, Burgaz'a, Adalar'a giderdik. Gezinti yerlerimizden biri de Sarıyer'di. Beyazıt'tan kalkan tramvay Sarıyer'e kadar giderdi, hem de çok ucuzdu. Sarıyer'de, Laleli'den arkadaşımız Sedat'ların meyve bahçesi vardı, kayısı ,elma, oraya da çok giderdik.
Okul yıllarında, Beyoğlu'nda gittiğimiz bir çorbacı vardı. Duvarında çorbaya iltifat eden şiirin bir satırını hala hatırlarım 'kana kuvvet göze fer, batna ciladır çorba'. Bir de tahin pekmez, çok kez öğünüm olmuştur.
1955 yılının eylülünde, sanırım Almanya'daydım, 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili bir şey yok kafamda. Ama Menderes döneminde, Beyazıt'ta çok öğrenci olaylarının olduğunu hatırlıyorum. Polis etrafı sarardı. Üniversitedeki arkadaşlarımıza caminin bahçesinden sigara atardık. Atlı polisler vardı. Bir keresinde polisler, atlarla az daha eziyordu bizi.
Fakülte beş yıl süreli eğitimle yüksek mühendis ünvanlı öğrenci yetiştirirdi. Ama ben, maddi sıkıntılarım nedeniyle, Almanya'da yeraltı çalışmalarımı uzatır, para kazanırdım. 1958 Yılında, Essen Krei madeninde, yeraltında, kar sabanı (hobel) denen sistemin başında iken, kopan zincir parçası çenemi yararak yanımdaki kömür duvarına saplanmıştı. Çenemde hala izi olan o olayın ertesi günü, başmühendisim kopan parçayı bana vermiş, 'Bay Elmas, şu anda bir santim farkla hayatta olduğunuzu biliyorsunuz değil mi?' demişti.
Dortmund'ta üç sene Schacjt Moers'te, 1500 metreden el dokundurmadan otomatik olarak cevher asansörleriyle sekiz on dakikada kırk ton kömürü yukarıya çıkartan, boş olarak tekrar dönen, yeraltı maden kuyuları mekanizmaları konusunda mastır yaptım. Tezimi, Dortmunder Bergbau A.G.'de tamamlayıp, 'Diplomarbeit' ımı, 1961'de İTÜ'den yüksek mühendis diplomamı aldım."
Okul biter, diploma alınır, burslu olduğu için MTA'ya başvurusunu yapar. Almanya'da madenlerde son sistemler üzerine mastır yapan Azer Elmas'a, "Türkiye'de öyle sistemler yok, Zonguldak'taki sistemler yatay taşıyıcılı. Siz yanınıza üç kişi daha alın, sondaja başlayın" denilince, sondaj başçavuşu gibi çalışacak olmayı kabul etmeyen yüksek maden mühendisimiz resti çeker.
"O zaman da MTA, benim diplomamı vermeyip, Ankara'da mahkemeye verdi. Altı sene burs almışım. Hakimin karşısına çıktım, 'anlat' dedi. 'Benim mastırım bu, bana diyorlar ki git kazı alanında sondaj yap' Hakim MTA'nın avukatına döndü, 'bu çocuk doğru mu söylüyor?' Avukat 'evet' deyince , hakim 'verin bu çocuğun diplomasını ' dedi. Çalışmaya başladığımda, beşte bir ödeme yapmama karar verilip, diplomamı verdiler."
Dortmund'da çalıştığı firma, çalışmasını beğendiği ve sevdikleri Azer Elmas'a iş teklif etmiş, ama o, askerliğini yapması gerektiğini söyleyerek kabul etmemişti. Bir sene bekleyeceklerini söyleyen firma, onun için Almanya'da bir umut kapısıydı.
"İstanbul'a geldim, askerlik için müracaat ettiğimde, yedek subay sınavlarına ancak gelecek yıl girebileceğim söylendi. 'O zaman pasaportumu verin, Almanya'ya gidip çalışayım' dedim. 'Askerliğin var, olmaz' dendi. O arada Malatya Valisi, söz verdiği gibi, ailemi İstanbul'a göndermişti.
Azerbeycan Kültür Derneği, Sultanahmet'teki yerlerlerinde, anneme ve kardeşlerime çay ocağında iş ve barınacak bir oda temin ettiler. İki hafta boyunca, Emniyet Müdürlüğü ile Sultanahmet arasında mekik dokurken, iflahımın kesildiği günlerden birinde, Cağaloğlu Yokuşu'nda bir arkadaşımla karşılaştım. Milli Eğitim Müdürlüğü de o yıllarda orada idi. Arkadaşım, ' liseler için cebir, geometri öğretmenleri aranıyor, gir içeri bakalım, belki öğretmenlik verirler sana' deyince, Müdürlüğe girdim.
Milli Eğitim Müdürü'ne derdimi anlatırken, kapıdan geçmekte olan birisine seslendi, 'Gel, bak sana Almanya'dan mezun öğretmen geldi'. Tesadüf işte, o kişi İstanbul Kız Lisesi'nin müdürü imiş, 'hemen gel işe başla oğlum' dedi. Çok şakacı bir insandı, Antenli derdik, bir de kimya öğretmeni vardı, Safura Hanım." Yıl 1961.
Böylece, Yüksek Maden Mühendisi Azer Elmas'ın öğretmenlik hayatı başlar. İstanbul Kız Lisesi'nde Almanca ve fizik öğretmenliği yapan öğretmenimin, hayat arkadaşı ile karşılaşması da bu okulda olur. Sovyetler'deki rejimden kaçanların İstanbul'da toplandıkları yer, genellikle Beyoğlu ve çevresidir. Rus, Azeri farketmeden bir araya gelir, kaynaşırlardı. Orada tanıştığı Nahcıvan kökenli bir ailenin kızı, İstanbul Kız Lisesi'sinde de öğrencisidir. Ama evlilik için daha katedilecek yıllar vardır. 1962'ye geldiğimizde, Bakırköy Lisesi'nde de matematik öğretmeni eksiği Azer Elmas'la tamamlanır.
Öğretmenlik hayatı 1964'e kadar devam eder. Sırada askerlik vardır. Yedek subay olarak yapacağı askerlikte kurada, 'şans işte' dediği tek Sarıkamış'ı da o çeker. Bir buçuk yıl teğmen olarak Sarıkamış'ta görev yaptıktan sonra, sıra artık bir yuva kurmaya gelmiştir. Beş yıllık arkadaşlığın sonunda, 1967'de evlenir.
Etibank'a yaptığı iş müracaatında Göcek Üçköprü'deki krom madeninde işi hazırdır. "Nikahtan çıktık, otobüse bindik" dediği eşiyle birlikte, günümüzün turizm beldesi, o yılların maden beldesi olan Göcek'in yolunu tutarlar. Dört beş yıl kadar kaldığı ahırlar ve portakallar beldesi Göcek'ten, özel sektörde daha iyi işler bulabileceği söylemleri doğrultusunda ayrılır ve Sivas'ta özel sektördeki (Menka) ilk işine başlar.
Günümüzde Türkiye'nin en büyük kurşun çinko işletmelerinin olduğu Sivas Koyulhisar Sisorta bölgesinde, işletmenin ilk kazılarını yapan Azer Elmas yeraltı galerileri ve cevher bulur. Bulunan cevher o kadar değerli bir çeşittir ki, ihraç edildiği Bulgaristan'daki alıcılar, cevherin kalitesi nedeniyle, şirket sahibini (Mehmet Kavala) ödüllendirir.
Gemilerle Burgaz'a gönderilen cevher, oradan Sofya ve Plovdiv'e (Filibe) gönderilip, geçici ihraç denilen bir ticari metodla, karışık gönderilen cevher (kurşun, çinko, bakır ve kurşunun içinde gümüş) metal olarak Bulgaristan'dan geriye alınırdı. Üç yılın sonunda şirketi satmaya karar veren patronun, tazminatını vermemesi, Azer Elmas'ın madencilik gibi ağır meslek hayatında, yediği ilk darbe olur.
Bir arkadaşının tavsiyesi ile Karaköy'de Tünel yakınında Zeki Arınel adlı avukata gider. Avukatın 'Oğlum, masrafları ver, kazanırsak tazminatının yarısı senin, yarısı benim' teklifini kabul eder. Altı sene süren davanın sonunda kazanılan 80 bin liranın, yarısı avukata giderken, yarısı da Yeşilköy'de alınan kooperatif evinin kalan borcunu kapatır.
Menka'dan ayrıldıktan sonra, Malatya Lisesi'ndeki müdürü Lütfü Alpay'ın tayin olduğu Bakırköy Lisesi'nde, ikinci kez öğretmenlik hayatına başlar. Aynı dönem, Bahçelievler Lisesi'nde de ders vermeye başladığında benim de fizik öğretmenim olur. İki okulda da, hazırlanmasında zorlanılan altmış yetmiş öğretmenin ders saatlerini ayarlayan iş programını hazırlama işini de, bizim (Bahçelievler Lisesi) müdürümüz Nihat Kerimoğlu ve Bakırköy Lisesi Müdürü Lütfü Alpay 'Azer bu işleri iyi yapar' diyerek ona verir.
Öğretmenliğe devam ettiği günlerde, madencilik alanında yeni bir iş teklifi gelir, yıl 1979.
"Ordu'dan Ahmet Karllıbel diye birisi duymuş ki Sivas Sisorta'da Azer Elmas adlı bir maden mühendisi kurşun çinko cevheri bulmuş. Beni buldu, kapımı çaldı, 'Benim, Ordu Bakacak'ta bir kurşun çinko ruhsatım var, gelir bakar mısınız?' dedi. Bir haftalığına gittim, tetkik ettim, aynı Sivas'taki damarların bir gözünü de orada buldum. 1980'de başladık. Bulgaristan'la yeniden anlaştık, 1983'e kadar devam ettik. Gerekli yatırımı yapmayan, madencilikte çok önemli olan flotasyon sistemini (bir nevi madeni taş, topraktan ayrıştırma) kurmayan Ahmet Karlıbel de 'ben bu madeni satıyorum' dedi ve Menka'nın sattığ aynı adama madeni sattı."
Madencilik, ürününü dört beş yıl sonunda veren uzun bir yatırım olduğu için, madenciliği bilmeyen, maden kafası olmayan kişilere maden ruhsatı verilmemesi gerektiğini savunan Azer Elmas, 1983'te emeklilik için müracaat ettiğinde, üç yıl çalıştığı bu şirkette, sadece bir yıl sigortalı çalışmış gösterildiği için bir darbe daha yer. Primleri yatırılmadığı için, yeraltı çalışanlarına göre primleri yatan arkadaşlarına kıyasla, oldukça düşük bir maaşla emekli olur. Yıllar sonra, her iki işvereninin de aynı hastalıktan vefat ettiklerini öğrenir.
Hayat devam eder, İstanbul'da bir tanıdık vasıtasıyla, şimdi İstanbul Havaalanı'nın olduğu yerde açık linyit işletmeleri olan bir şirketten (Milten) yeni bir iş teklifi gelir. "Gittim baktım ki zaten önceden de kazılar var, kabul ettim. Orada 1983'ten 2005'e kadar çalıştım. Toprağı yirmi metre kaldırıp denize döktük. Havaalanını böylece biz yarattık, yani havaalanının altında jeolojik katman yoktur. "
Evet, öğretmenimin de söylediği gibi, eski kömür ocaklarının bulunduğu, İstanbul'a üçüncü havaalanı için seçilen o bölge, açılan çukurlara zamanla dolan yağmur sularıyla yapay göllerin, atıkların oluşturduğu yığınların ağaçlanmasıyla da tepelerin oluştuğu, kot farklılıkları çok olan geniş bir arazi olup, Jeoloji Mühendisleri Odası tarafından da havaalanı yapılması için uygun yer olmadığı konusu rapor edilmişti.
2007 Yılı Azer Elmas'ın, 1907 doğumlu babası Elmas Yıldırım'ın 100. doğum yılıdır. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, şair Elmas Yıldırım'ın 100. Doğum yılının Azerbaycan'da kutlanacağını bildiren bir genelge yayınlar. 26-28 Nisan tarihleri arasında üç gün sürecek kutlamalara, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay başkanlığında büyük bir heyet ve Elmas Ailesi de davetlidir. Yapılacak çok zengin etkinlikler arasında, şairin doğduğu köyde Elmas Yıldırım Müzesi'nin açılışı ve Şüvelan'daki heykelinin önünde şiir dinletileri de vardır.
Bu arada Azer Öğretmenim, Bakü'de Azebaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev'e konuk olur, babası ile ilgili sohbette "sizin Hazar'ınız, bizim de bala Hazar'ımız var " diyerek iki ülkenin yakınlığına da değinir.
"Babamdan sonra bizim Azebaycan'la hiç ilişkimiz yoktu. Hatta babam daha hayattayken kesilmişti. Çünkü, Sovyet döneminde orada babamın adını anmak bile yasak olduğundan, babam kardeşleriyle de haberleşmeyi kesmişti. Ta ki, 1990 yılında, Zeynep Hanlarova'nın bir konser için Türkiye'ye gelmesine kadar.
Telefonumuz çaldı, birisi 'ben Zeynep Hanlarova'nın saz ekibindenim, size Azerbaycan'dan bir mektup var.' dedi. O bir başlangıç oldu. Kuzenim Hacıağa Almaszade, benim Maden Mühendisleri Odası'ndan izimi bulmuş ve mektubu göndermişti. O mektup, akrabalarımızla kavuşmanın başlangıcı oldu. Artık her yıl birbirimize gidip geliyoruz. Ben, özellikle Nevruz Bayram'larında orada olmayı seviyorum."
İki oğlu, iki de torunu olan Azer Öğretmenim, sevgili eşiyle birlikte hayatını bir süredir İzmir'de sürdürüyor. En büyük zevklerinden biri de, bana 'sabretmeyi öğretti' dediği yap-boz (puzzle) . Tahin pekmez sevdası da hala sürüyor.
Bu değerli insana, sevgili öğretmenime sevgi ve saygılarımla.
Not: Okumak isteyenler için, "Bir Elmas'tan Bir Elmas'a" yazım https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=10229575671442812&id=1433520275
Yorumlar
Yorum Gönder